T.C. Anayasası, Madde 17: “Herkes yaşama,
maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Tıbbî
zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne
dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbî deneylere tâbi tutulamaz. Kimseye
işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir
cezaya veya muameleye tâbi tutulamaz."[1]
Yunanca
kökenli olup, birebir kelime anlamı “iyi ölüm” olan ötanazi, kimilerine göre
içinde “iyilik” barındıramayacak bir kavramdır. Tıbbın ve yasaların nihai
görevi kişiyi ne pahasına olursa olsun yaşatmak iken, tecrübe etmeyenin
anlayamayacağı derecede fizyolojik ve psikolojik acılar çeken bir insanı “ne
pahasına olursa olsun” yaşatmak, işkence olarak değerlendirilemez mi? Hastanın
tedaviyi reddetme gibi bir hakkı varken, ötenazi yasal olmadığı için kötünün
iyisini tercih etmek olarak tedaviyi reddedişi ile gelen acılı ve zorlu bir
ölümün yasal olması nasıl bir durumdur?
Günümüzde
sayılı ülkede (Hollanda, Belçika, Almanya, Lüksemburg, Meksika'nın bazı
bölgelerinde, ABD'de ise Washington ve Oregon'da)[2]
legal bir uygulama olarak kabul gören ötanazi, bir çeşit
"anti-doktorculuk" ve kimi zaman da "tanrıcılık oynamak"
şeklinde değerlendirilebiliyor. Fakat bir noktada bu iki yakıştırma birbiriyle
çelişiyor. Zira, "doktorculuk oynamak" da bir nevi tanrıcılık
sayılabilir. Özellikle tıbbın henüz çözüm bulamadığı hastalıklarda, ya da
tedavinin yeterli ve iyileştirici olmadığı durumlarda, ve hatta kişinin hür
iradesiyle intihara teşebbüs etmesi durumlarında dahi, hastayı ısrarla hayatta
tutma çabaları tamamen Hipokrat yeminine bağlılıktan mıdır bilinmez, ama bir
bakıma “kadere” ve intihar vakalarında da özgür iadeye baş kaldırmak olarak
değerlendirilmeleri gayet mümkündür.
Bununla birlikte, semavi dinlerin tümü ve Budizm de
ötanaziye hiçbir zaman olumlu bakmamıştır. "Tanrı'nın verdiği canı ancak
Tanrı alır" anlayışı ile temellendirilen karşı çıkışlar, özellikle İslam
anlayışında, "kişinin çektiği sıkıntılar ve acılar onun sınavı olabilir,
yani "sabretmelidir" görüşü ile de desteklenmiştir.
İnsan Allah tarafından yaratılmıştır ve hayat ona
Allah tarafından bahşedilmiştir. Bu sebeple insanın kendi canı üzerine karar
verebilme hakkı yoktur, bu hak ancak Allah’ındır. Bu sebeple de ötanazi ve
benzeri uygulamalar, katl olarak nitelendirilir. Ancak görünen o ki, insanın
kendi canı üzerinde karar verme hakkı, direkt olarak başkalarına
devredilmiştir: Kişinin hayatını az bile olsa uzatmaya yarayabilecek teknikler,
durum müsaitken mutlaka uygulanmalıdır. Yani kişinin ölüme terkedilmesi
kesinlikle doğru olamaz. Aynı şekilde, kişinin Allah'tan ölümü dilemesi de hoş
karşılanmayan bir davranıştır. Hıristiyanlık ve Musevilik'te de durum farklı
değildir. İnsanın canının üzerindeki yegane hak sahibi Tanrı'dır. Kişinin kendi
hayatına son vermesi, On Emir'den altıncısı olan “Öldürmeyeceksin”e direkt
olarak karşı gelmek ve Tanrı'ya hakaret etmek olarak nitelendirilir. Sonuç
olarak dini açıdan bakıldığında, kulunun acı çekmesine göz yummayı tercih eden
bir tanrı profili ortaya çıkıyor, ki 1543 yılında keşfedilen eter, 1846 yılına
kadar yasaklı olup, ameliyatlarda kullanılmamıştır, ve bu yasağın en önemli
argümanı da Batı dünyası için “Tanrı, acı çekmemizi istiyor” olarak tarihe
geçmiş, insanlar uzun yıllar boyunca bilinçleri açık bir haldeyken, yoğun
acılara sebep olan cerrahi operasyonlara maruz kalmışlardır.
Bu durum, ciddi acılar çeken inançlı
bir hastanın, zor bir çıkmaza girmesine sebep olur. Bir yandan tanrıya bu acıyı
dindirmesi için yalvarırken, her gece bir daha aynı acı dolu güne uyanmamak
dileğiyle başını yastığa koyar. Fakat dileği gerçekleşmedikçe ve inancı
yüzünden kendi hayatına son veremeyeceği için, kendisine en yakın kişilerden
yardım bekler. Birce Erdal isimli arkadaşım, Ekşi Sözlük'te paylaştığı bir
anısında, kendisine kan kanseri teşhisi konan anneannesiyle ilgili şunları
anlatıyor: “(...) Anneannemin hasta olabileceğini o ana kadar hiç
düşünmemiştim. çocuktum diyorum ya, kahramanlarım da ölümsüzlerdi. Eve hırsız
girse anneannem hırsızı öldürürdü, beni kaçırmak isteyecek kötü adamları
anneannem döverdi, beni üzen arkadaşlarıma anneannem kızardı. Anneannem vardı
ya! Başka neye ihtiyacım olacaktı?
Ama öyle olmayabileceği bir anda dank etti. Annemin gözlerindeki acıdan veya
dolmuş gözlerinden belki. Veya sadece titreyen sesi... Bilmiyorum. Daha yavaş
hareket ediyordu sanki anneannem, ayakta durduğundan çok uyuyordu. (...) Aradan
birkaç ay geçti ve anneannem artık yataktan kalkamaz hale geldi. Durumu iyice
kötüleyip, ağrıları inlemelerine karışınca odasının kapısını da kapattılar.
Artık hiç göremiyordum onu. Bir gün, annemin odasına girmesini fırsat bilip
odayı dinledim. Şu an bunları yazarken dahi kulağımda çınlayan o cümleleri
duydum: 'Artık dayanamıyorum. Ne olur öldürün beni. Seni üzmek istemiyorum daha
fazla, mahvoldun. Her akşam sabahı görmemek için dua ederek uykuya dalıyorum...
Yardım et bana kızım, yardım et de öleyim ne olur. Çok canım acıyor...'
Bu sözleri o an doğru düzgün
algılayamadım. ama aradan yıllar geçtikçe ve o ses kulaklarımda çınladıkça
aklımı kaçıracak gibi oldum. Annem zaten kaçırdı aklını. O andan itibaren 2
yıla yakın hastanelerde yattı.
Anneannem gibi kendi ayakları üzerinde
durmayı düstur edinmiş, muhtaçlıktan korkan biriyseniz... Tedaviniz yok,
öleceğiniz kesin ama eşiniz dostunuz altınızı değiştiriyor...
Tedaviniz yok, öleceğiniz kesin ama kemiklerinizi testereyle kesen o ağrıları çekiyorsunuz...
Tedaviniz yok, öleceğiniz kesin ama yasak olduğu için bu eziyetten kurtulamıyor, dualara sığınıyorsunuz. Kendi canınızı alması için yalvarıyorsunuz allaha. Her an, her dakika.
Tedaviniz yok, öleceğiniz kesin ama kemiklerinizi testereyle kesen o ağrıları çekiyorsunuz...
Tedaviniz yok, öleceğiniz kesin ama yasak olduğu için bu eziyetten kurtulamıyor, dualara sığınıyorsunuz. Kendi canınızı alması için yalvarıyorsunuz allaha. Her an, her dakika.
[İkisi de doktor olan] annem ve
dayımın o zaman yürekleri dayanamadı ama şu anda çok pişmanlar. Hep
"keşke"lerle yaşıyorlar... 'Keşke anneme o kadar çektirmeseydim...'. Bir evlat için bundan daha korkunç ne olabilir ki...”[3]
Bu
gibi durumlarda sonuç olarak hastanın durumu, manevi anlamda, başkalarının
insiyatifine kalmıştır. Fakat aile, çoğunlukla ümidi kaybetmeme taraftarıdır ve
beklemeyi tercih eder. Ancak Nietzsche'nin o ünlü sözünde de olduğu gibi, “ümit
işkenceyi uzatır”. Bir mucize ihtimali her zaman vardır kimilerine göre. Kaldı
ki o kişiyi en çok seven kişiler olarak, sebep ne olursa olsun, çoğu zaman
kimse onun “fişini çeken” olmayı göze alamaz. Bu sebeplerden ötürü, kararı
kendileri alırken, eylemi gerçekleştirme görevini bir başkasına devrederler.
Kimi durumlarda ise, bu görev
devrinin sebebi daha farklıdır. Örneğin, Alzheimer hastalığında, kişi çoğu
zaman ne için dışarı çıktığını, ve hatta kim olduğunu bile unutabiliyorken,
planlı bir intihar gerçekleştirmesi zor olabiliyor. Bu sebeple, bilinci kısa
süreliğine yerine geldiğinde, başka birilerinden bu konuyla ilgili yardım talep
etmek durumunda kalabiliyor. Bununla birlikte, bir başka örnek olarak da, boyundan
aşağının felç olması gibi durumlarda, hastanın intihar edebilme gibi bir şansı
ve becerisi yoktur. Bu durumda ise hastanın durumu, fizyolojik anlamda
başkalarının insiyatifindedir. Tıpkı hayatı Mar Adentro (İçimdeki Deniz)
(2004) ve Condenado A Vivir (2001) isimli filmlere konu olan Ramón
Sampedro'nun yaşadıkları gibi... Kendisi 30 seneye yakın bir süre boyunca,
boyundan aşağısı felçli olarak, ailesinin bakımına muhtaç olarak yaşamış ve bu
süre içinde iki farklı kadınla duygusal bir ilişki yaşamıştır. Ağzını
kullanarak yazdığı dilekçelerle, ölümüne yardımcı olacak insanların ceza
almaması için inanılmaz bir hukuk mücadelesi vermesine rağmen, başarılı
olamamış, ve en sonunda 12 Ocak 1998'de yatağına potasyum siyanürle zehirlenmiş olarak ölü bulunduğunda, 7 yıl boyunca
buna kimin yardım ettiği bilinememiştir. Dava zamanaşımına uğradığında, ölmeden
önce onunla duygual bir ilişki içerisinde olan kadın, potasyum siyanürü ona
kendisnin sağladığını itiraf etmiştir: “Bunu aşk için yaptım.” Zira ölümünden
bir süre önce, Ramón kendisine şöyle demiştir: “Beni gerçekten seven kişi,
ölmeme yardım edecek olan kişidir. Aşk budur, Rosa. Aşk budur.”[4]
Bütün
bunların yanı sıra, diğer yanda işin bir de tıbbi haklar kısmı var. Yapılan bir
araştırmaya göre, üç ölümden ikisinin doktorlarca alınan tıbbi kararlara bağlı
olduğu ortaya çıkıyor.[5] Aynı şekilde, hastanın ölüm zamanı da, doktorların
kararlarına ve eylemlerine bağlıdır.[6]
Ayrıca, hastanın tedaviyi reddetme hakkı olmasıyla da, doktorlar hastanın acı
dolu bir ölüm yaşamasına göz yumulabiliyorlar. Amerika Birleşik Devletleri'nde
“Doktor Ölüm” olarak anılan doktor Jack Kevorkian'ın ötanazi uygulamalarını ve
mahkeme süreçlerini ele alan 2010 yapımı You Don't
Know Jack isimli filmde, Kevorkian,
ABD'nin yasal uygulamalarındaki sınırlamaların sonuçlarının, Nazi
Almanya'sındaki cani doktorların uygulamalarının yarattığı acılardan daha
farklı olmadığını öne sürüyor[7]: “Onlar da aynı şeyi
yapıyorlar. İnsanları ölümüne aç bırakıyorlardı. Yiyeceklerini ve sularını
kesip, onları ölmeye bırakıyorlardı. Ve bunların hepsi yasal. Amerika Birleşik
Devletleri Yüksek Mahkemesi, infaz için nazi metodunu kullanıyor.” Tabii benzer
bir değerlendirme, sosyal güvencesi ve tedaviyi karşılayacak ekonomik durumu
olmayan hastaları kapısından çeviren hastanelerin ve doktorların olduğu diğer
ülkeler için de yapılabilir. Sonuçta, bu tip geri çevrimlerde, hasta kelimenin
tam anlamıyla kaderine terk edilir, ancak bu durumda yasalarca kimse suçlu
değildir, yalnızca hasta, sosyal güvencesi olmadığı için “görünmez”dir.
Tekrar öldürme hakkının başkasına
devredilmesi konusuna geri dönersek, bu konuda hastaların böyle bir tercih
yapmasının bir diğer sebebinin de, başarısız, ve hatta durumu daha da kötüye
götüren intihar girişimleri olduğunu görmek mümkün. Bununla birlikte, elbette
ki söz konusu eylemin gerçekleştirilmesindeki nihai amaç “acıyı sonlandırmak”
iken, hastalar çoğu zaman “en az acı verecek” ölüm şeklinin ne olduğuyla ilgili
muallakta olduklarından, “bir bilen”den destek almayı daha az riskli buluyorlar.
Ayrıca, kimi öldürücü zehirlere doktorların daha kolay ulaşabildiğini
düşündüğümüzde, bu tip bir seçimin daha yerinde olabileceğini düşünmek de
mümkün.
Bütün bunlara ek olarak, konunun bir
de psikolojik boyutuna inmek gerekirse, ötanazi talep eden hastalarla, normal
intihar teşebbüsünde bulunan insanlar arasında ciddi farklılıklar olduğu da
iddia edilebilir. Birinde, tedavisi mümkün olmayan fiziksel acıları dindirmek
için en son çare olarak ölüm tercih edilirken, diğerinde tartışmalı bir “çözümü
olmayan” psikolojik durum söz konusudur. Yani birinde acıyı dindirebilmenin tek
yolunun ölüm olduğu somut bir gerçekken, psikolojik durum için tek ve nihai
çözüm olduğu tartışmalıdır. Burada dikkati çekmek istediğim nokta hangisinin
daha akıllıca olduğuyla ilgili değil, hangisinin daha zor ve bilinç tamamen
yerindeyken alındığı düşünüldüğünde de cesaret gerektiren bir karar olduğuyla
ilgilidir. Ve cesaret gerektiren işler kanımca, yanında destek olsun ister.
Dolayısıyla, kimi hastaların bu yöntemi tercih etmesinde “cesaret eksikliği”nin
fazlaca rol oynadığını düşünüyorum. Bilincin bulanıklaştığı normal intihar
vakalarından farklı olarak, kişi son anda vazgeçmek istemiyor olabilir.
Normalinde bu eylemi baş başayken engellemeyeceği garanti olmayan bir yakını bile,
“beyaz önlük” etkisi ile, doktorun varlığında yapılan müdahaleye engel
olmayacaktır.
Bütün bunlardan da öte, bir
bilinmeyene doğru çıkılan bir yolculuğun arefesinde, yalnız olmamayı istemek
çok da şaşırılacak bir durum olmasa gerek... Kim bilir, belki de içten içe
kendisini iyi edemeyen doktorlardan, ya da kendisi artık yokken orada hala var
olup yaşayacak, hatta bir süre sonra hayatlarına hiç böyle bir kayıp
yaşamamışlar gibi devam edecek olan sevdiklerinden bir nevi intikam almak
istiyorlardır onları bu ölüme dahil ederek. Öyleyse bile, artık ortada
suçlanacak ve hesap sorulacak bir özne kalmamıştır.
[1] http://www.tbmm.gov.tr/anayasa.htm
adresinden ulaşıldı.
[2] http://www.euthanasia.com/euthanasiamap.html
adresinden ulaşıldı.
[3] http://www.eksisozluk.com/show.asp?t=%2317159090 adresinden ulaşılmıştır.
[4] http://query.nytimes.com/gst/fullpage.html?res=9402E0D61430F93AA35750C0A96E958260 adresindeki bilgilerden tercüme edildi.
[5] Johnson, M.H, & Richards M. (Eds.) (2007). Death Rites and Rights. Oregon: Hart Publishing. s. 4
[6] Ibid., s. 38.
[7] Filmde Kevorkian'ı canlandıran Al Pacino'nun repliklerinin bir kısmı, senaristin bire bir Kevorkian ile yapmış olduğu röportajlardan derlenip uyarlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder