24 Aralık 2009 Perşembe

Bitmeye Mahkum İlişkiler

Bir ilişkide samimiyetten daha ne önemli hiçbir şey olmadığı inancındayım. Kartlarını açık oynayacak iki taraf da, yoksa oraya buraya tıkıştırılıp saklanmaya çalışılan kartlar, bir şekilde pıtır pıtır dökülür saçılır ortalığa en olmadık zamanlarda. Karşılıklı oturup şöyle demek gerekir: "Bak, ben şunları yaşadım, üzerimde şu gibi etkileri oldu ve o yüzden şu kararları aldım. Senin bana etkilerin de şunlar ve bizle ilgili düşüncelerim de şunlar. Hadi bakalım, sende sıra."

Yani bu kadar kaba bir biçimde değil tabii ki, ama bir şekilde bu içeriğe ulaşmak lazım.

Kartlarını gizleyenlerden daha kötüsü de var elbette. Mesela, blöfçüler! En tehlikelisi bunlardır diye düşünüyorum. Genelde kartlar açıldığında, ilişkinin biteceğinin farkında olanlar blöf yapma yoluna giderler. Yazık, bu tipler en tehlikeli oldukları kadar, en acınası olanlardır aynı zamanda.

Şöyle bir şeyler karalamıştım bir zamanlar Gitmek ile ilgili:

"Gitmek gerekir bazen, yormadan, bıktırmadan.. Sonu belli bir filmi, ağır çekimde oynamak yorar, yıpratır.. Sana kalan sevgiyle, birazcık onurunla, gideceksin vaktiyse. 'Git' dendiğinde, kendini acınacak durumlara sokup filmi uzatmaktaysa tek çaren, acınacak durumdasındır o zaman gerçekten işte.. Kaybeden olmaktan daha kötüsü, kaybolan olmaktır belki de.."


Maske klişesini de kullanmak istemezdim ama düşündüm de, ya samimiyetsiz bir ilişkide ruhlar birbirlerini yukarıdaki gibi görüyorlarsa? Çok korkunç.

14 Aralık 2009 Pazartesi

Vatan, Millet, Sakarya!

Nefes adlı filmi izlemedim. İzlemeyi de düşünmüyorum ama beğeneni çok, o yüzden emeklerine sağlık. İzlemediğim bir film hakkında yorum yapmak istemiyorum.

Ama bu film çok tuttuğuna göre, benim süper bir fikrim var. Şimdi bir film çekilsin. Süper iş yapacak, iddia ediyorum bakın. Adı "Vatan, Millet, Sakarya!" olsun. Zaten sırf bu isim sayesinde, konusu, oyuncuları hakkında hiçbir şey bilmeden gelip izleyenlerle ilk hafta zirveye oturur, vallahi bakın. Sonra konusu şöyle olur: Bir satranç tahtası görürüz. Yüzlerini göremediğimiz iki kişi, bu kıyasıya satranç mücadelesinde, tabii ki öncelikle piyonları harekete geçirirler. Piyonlarla oynamaya başlamalarından az önce, "En büyük asker bizim asker!" nidaları ve korna sesleri duyulur arka planda. Oyun boyunca, hep satranç taşlarını görürüz yakın planda. Hatta devrilen her taşla birlikte, ağır çekim ve güçlü bir devrilme sesi duyulsa tam olur. Ha, her devrilen piyonun ardından duyulacak "Şehitler ölmez, vatan bölünmez!" sloganını da unutmamak lazım.

Sonra işte bir şekilde, bayağı uzun bir süre sonra bir taraf şah çeker, sonra da mat eder, fakat beyaz şahı devirmeden bırakır (sembolik anlam açısından siyahın kazanması daha uygun gibi). En sonuda da şöyle bir şey olur: Oyunu idare eden ellerden biri siyah şahı, diğeri de beyaz şahı avucunun içine alır. İki oyuncunun da bu taşları, ceplerinden çıkardıkları kadife bezlerle silip, göğüslerinin üzerlerindeki ceplere koyduklarını görürüz. Daha sonra da oyuncuları yine yüzleri görünmeyecek biçimde, masadan kalkarak, kolları birbirlerinin omuzlarında, uzaktaki başka kurulu satranç masasına doğru giderlerken görürüz. Fakat o tahtada eksik olan bir siyah, bir de beyaz şah vardır...........

En son karede de, izlediğimiz oyunun tahtasını görürüz. Devrik piyonlar, atlar, filler.... Ve arka planda, "Vatan sağ olsun demiyorum, demeyeceğim!" diye haykıran bir annenin sesi...

Siyah bir ekran üzerinde "Sonsuz?" yazısı görünürken de, "Bir oğlumu vatana feda ettim, bir oğlum daha var, o da feda olsun!" diye bağırarak ağlayan bir annenin sesi...

Ve muhtemelen bu noktada, sinema salonları alkıştan yıkılır. İzleyici, sonunda filmde anlaşılır bir şey bulabilmiştir...

8 Aralık 2009 Salı

Her Türk Asker mi Doğar, Aptal mı?

Geçenlerde bir otobüs firmasının otogarında toplanmış yaklaşık 200 kadar kişi, Aziz Nesin'in ünlü "Türk milletinin yüzde altmışı aptaldır" sözünü doğrularcasına, en büyük askerin onlarınki olduğunu iddia ediyorlardı hep bir ağızdan...

Bu ülkede hala askerliğin yakın bir gelecekte kaldırılacağına inananlar varsa, şu günlerde gerçekleşen asker uğurlama törenlerine izleyici olarak katılsınlar ve ne kadar yanıldıklarını görsünler. Bu kadar gönüllüsü, bu kadar şakşakçısı varken bu olayın, kaldırmak bir yana, daha da uzatabilirler kanımca askerlik süresini ilerleyen yıllarda. Halbuki askerlik tercihe dayalı olsaydı bile, bayağı bir gönüllüsü olurdu gibi geliyor bana. O yüzden rica ediyorum, istemeyen insanı zorla almayın kardeşim askere... Vallahi bir şey kaybetmezsiniz...

O kadar insan oraya toplanıp halay çekeceğinize, otobüslerin önüne yatıp eylem yapmanız gerekirdi a salaklar! Ha, tabii o zaman oraya formalite icabı gelen polis ekibi sadece "silah atmayın arkadaşlar" şeklinde uyarılar yapmaz, bizzat kendi silahlarını kullanırdı..

Bu insanların hayatlarından çalınan zamanı kim, nasıl geri verecek?

Herkesten nefret ediyorum bazen..

cidden..

28 Kasım 2009 Cumartesi

Bir Garip Naçizane Benzetme

Öncelikle:

bkz: Santa Claus

Yazarı tanımam etmem ama olayın iç yüzünü kısa ve öz, aynı zamanda da eğlenceli bir dille yazmış kanımca.. Şimdi düşününce, aslında ortada iki farklı "gerçeklik" var: Biri kimi çocukların inandığı/inanmadığı, Coca Cola Company tarafından empoze edilmiş, eğer iyi bir çocuk olursanız bunun karşılığında sizi oyunaklarla ödüllendiren Noel Baba, ve bu efsanenin altında/gölgesinde kalmış, gerçek Aziz Nikolas..

Kimi çocuk, bu efsanevi amcayı pek sever, her sene bir umut oyuncak bekler kendisinden, vesaire. Kimi çocuk ise, gerçekçi ve/veya materyalist anne-babaları tarafından işin "Yok çocuğum öyle biri gerçekte" kısmını öğrendikleri için, ya da bir umut bekledikleri oyuncak hiçbir zaman gelmeyince, Noel Baba'ya inanmazlar (ya da bazıları, bir bakıma küserler aslında, varlığını reddetme kisvesi altında).

Diğer yanda, bütün bu mitin kaynağı, gerçekten de Antalya civarlarında yaşamış olan, fakat efsanedeki ren geyikleri ve "hohoho"lar ile pek de uzaktan yakından alakası olmayan bir adam olan Aziz Nikolas'tır. Çocukların koruyucu azizi olduğu gibi, aynı zamanda hırsızların azizi olarak da bilinir. Zira kendisi, hırsızlık yapanları bu kötü yoldan döndürme hikayeleri ile de anılır. (kaynak için buraya bakınız)

Peki, bu size neyi çağrıştırıyor?...

...

Tamam, size bir şey çağrıştırmadıysa, hemen sadede geliyorum =). Belki biraz zorlama bir benzetme olduğunu düşünenleriniz olacaktır, ya da daha iyisini bulanlarınız. Tabii "daha iyi"lerini paylaşırsanız ne mutlu bana..

Bana öyle geliyor ki, "Tanrı" kavramı da, Noel Baba ile ilgili olarak bahsettiğim şekillerde ele alınıyor sanki..

Tartışmalar sürekli "Noel Baba" üzerinden yapıldığı için, en sonunda yine hiçbir yere varılamıyor.. Tartışan taraflar ne kadar "akademik" olursa olsun..

Bu çıkmazda kalan en önemli başlıklar da sanırım "laiklik/sekülerlik" konularıyla ilgili olanlar. Akademisyenler, bu başlıklarla ilgili teorik/bilimsel çalışmaların ve makalelerin eksikliğinden yakınıyorlar son yıllarda. Çünkü zamanın kurucu babalarından, üç önemli isim olan Weber, Durkheim ve Marx, dini inancın ilkel bir eğilim olduğunu, moderniteyle birlikte ortadan tamamen kaybolacağını iddia etmişler. Ve özellikle de Marksist cephe tarafından da üzerine konuşulmaya değer bir konu olarak bile görülmemiştir.

Neyse, çok derinlere girmeden kısa keseyim.. Ama şu da var ki, bu konuda kapsamlı bir araştırma yapmak imkansız gibi.. Çünkü resmen ortamdan ortama, "inançlı olmak" ya da "inançsız olmak" tercihlerinin "popülerliği" değişiyor.. Yani demek istediğim, konu ile ilgili yapılacak saha araştırmalarının mükemmel bir biçimde hazırlanması ve uygulanması lazım ki, elde edilen datanın güvenilirliği ve geçerliliği garantilensin. Zira, 80'li yıllarda, şimdi hangisi olduğunu hatırlayamadığım bir Avrupa ülkesinde, akademisyenler arasında yapılan "inanç" temalı bir ankette ilk başta elde edilen sonuçlar ile, aynı kişilerle, neredeyse yüzde doksan benzer sorular ile hazırlanarak yapılan ikinci anketin sonuçları oldukça farklılık göstermiştir.

Sanırım, insanın inancını belli etmesi bazı çevrelerde ayıp olarak karşılanıyor.. Tıpkı bazılarında da inançsız olmanın ayıp olarak nitelendirilmesi gibi..

Kanımca yobazlığın, at gözlüklerinin, önyargıların her türlüsü tehlikelidir.

23 Kasım 2009 Pazartesi

Çantalı-Çantasızlar

Sevgili "hanım kızlarımız"a sesleniyorum!

Hani şu ellerinde defter-kitap-dosya vb. gibi şeylerle toplu taşıma araçlarına binmeye çalışanlara sözüm, hepsine değil..

O bavul gibi çantalarınız ne güne durmaktadır? Eğer o defterleri koyacak yer bulamazsanız, tabii ki bir yere tutunamaz, en ufak frende 2 metre yer değiştirmek durumunda kalırsınız.. Paranızı çıkarıp uzatamazsınız, insanlara çarparsınız, elinizdekileri düşürürsünüz, vs vs.... Zira herkes bazı annelik içgüdüleri tetiklenmiş teyzeler gibi "Ver kızım ben tutayım onları" demez, demek durumunda da değildir.. Yahu, Jansport çantası olup (gayet de boş görünüyordu dışarıdan), yine de elinde kitap-defter tutan kız gördüm otobüste.. Hem bunun yağmuru var, çamuru var.. Gerçekten, herhalde bir zaman kızların genelinin çok beğendiği biri çıkıp televizyonda falan "Bence ellerinde defter-kitap taşıyan kızlar çok çekici oluyorlar.. Hani böyle bir sekreter fantezisi gibi.." benzeri bir demeç verdi de ben kaçırdım diyorum artık..

Hayır, bunu erkekler yapsa, sizin gibi sonra her frende serseri mayın gibi sağa sola yuvarlansalar, vay efendim taciz var diye yırtınırsınız.. Yapmayın etmeyin.. Vallahi bakın kış da geldi, yağmur gelirse onlara, akar hep yazılar.. Demedi demeyin..

25 Ekim 2009 Pazar

Etme..

Aşkın Dansı'dan:

"Bir sabah olan oldu, Şems yoktu... Celalettin dostunun gidişiyle adeta yıkıldı... Büyük ıstıraplar içinde dosta onlarca beyit, şiir ve rubayi yazdı. İlahi aşkının ilk kıvılcımını başlatan biricik dostu Şems artık yoktu. Büyük acı, üzüntü ve keder vardı... " (Mevlana)

Ve sonra şöyle yakarıyor Şems'in ardından:


Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme.
Başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme.

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı?
Hangi hasta gönüllüyü kastediyorsun, etme.

Çalma bizi, bizden bizi, gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme.

Ey ay, felek harab olmuş, altüst olmuş senin için
Bizi öyle harab, öyle altüst ediyorsun, etme.

Ey, makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun, etme.

Sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme.

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun, etme.

Aşıklarla basa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme.

Ey, cennetin cehennemin elinde oldugu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme.

Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun, etme.

Bizi sevindiriyorsun, huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun, sen mahvediyorsun, etme.

Harama bulaşan gözüm, güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun, etme.

İsyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme
.



Üzerine ne söylenebilir ki?...

29 Eylül 2009 Salı

Eskilerden...

Yazı yazmanın inanılmaz bir terapi etkisi var. Yani, en azından benim için bu böyle... Ama bazen, öyle bir yazıyorum ki, sanki elimi kontrol eden ben değilim. Yazdıklarım, kontrolü ele alıyor bir şekilde. Bu tip yazılarımı, aradan biraz zaman geçtiğinde, resmen hatırlamakta güçlük çekiyorum. Mesela şu aşağıdaki yazıyı 27 Ocak 2008 tarihinde yazmışım. Ve aradan sanki 10 yıl geçmiş gibi şaşırdım kendisiyle tekrar karşılaştığımda bugün:


İçindeki Çocuğu Öldürmek



öldüğünde, henüz beş yaşındaydı..

... ve ben onu hayata bağlamak için, hiçbir şey yapamadım...

rüyaları o kadar korkunçtu ki.. dinledikçe tüylerim ürperiyordu.. ne olur burada bitsin diye geçiriyordum içimden.. ama o anlattıkça anlatıyordu.. uyduruyor olabilir miydi? eğer öyleyse gerçekten inanılmaz bir hayalgücü vardı ya da çok fazla televizyon etkisine maruz kalmıştı.. ben dinlemeye bile katlanamazken, bu en vahşi içgüdülerin sahnelenişini sansürsüzce izlemek durumunda kalıyordu o küçücük..

bu tip durumlar için uygulanan bir yöntem de, yazarak anlatmasını sağlamaktı.. fakat küçük, henüz yazı yazmayı bilmiyordu.. o yüzden, anlatmaya mecburdu.. ben de dinlemeye mahkum..

giderek, durumu daha da kötüleşti.. artık uyanıkken de sanrılar görmeye başlamıştı.. önceleri bir-iki kişiyle başlayan kanlı sahneler, daha sonra on-on beş kişilik toplu katliam sahnelerine dönüşmeye başladı..

bir gün kendisini, sadece izleyici olarak katıldığı bu sahnelerin içinde bulacağını, nereden bilebilirdim?

yanına yaklaştım.. yerde küçücük bedeni, kıpırtısızca duruyordu.. nefes almıyordu.. yavaş yavaş soğuyan teri, alnından aşağı doğru süzülüyordu, gözlerinden süzülen damlalara eşlik edercesine.. ve yüzündeki gülümseme.. üzerinden büyük bir yük kalkmış gibiydi.. nasıl olurdu, nasıl? bu küçük bedenin üstünde en fazla ne kadar yük olabilirdi ki zaten? neden kimse dinlememişti onu? neden kimse inanmamıştı gördüklerine? onlar, onun gerçeklikleriydi.. kimse onu kurtaramazdı belki de.. ben hariç.. ben de başarısız oldum..

öldüğünde, henüz beş yaşındaydı.. ve ben onu kurtaramadım..
o, benim en değerli parçamdı..

çok özlüyorum seni küçük..



İşte böyle yazmışım... Nasıl bir ruh hali içindeymişim...

İnsanın geçmişteki kendisiyle, bu şekilde karşılaşması, hep çok ilginç gelmiştir bana...

7 Ağustos 2009 Cuma

İki Saniyeliğine Mısır Ordularının Komutanı Olmak

Uzaydan dünyaya doğru hızla yaklaşıyoruz. Doğruca Mısır'ın üzerine doğru bir çekim. Dış ses o sırada şöyle diyor: "Mısır, dünyanın yeni hakimi ve yeni bir dinin temsilcisi olarak fetih peşinde. Topraklarına kattığı yeni ülkelerde yaşayan halkları, kadın, erkek, yaşlı, çocuk ayırt etmeden savaşa yolluyor. Her şey, bu büyük dinin temsilciliğinde, bir imparatorluk olabilmek için.."



Yukarıda okumuş olduğunuz satırlar, bir film senaryosu değil, bizzat kendime ait, yıllar önce görmüş olduğum bir rüyaya ait. Bu rüyayı o zamanlar kime anlattıysam, anneannem de dahil olmak üzere herkes, abarttığımı düşünmüştü. Halbuki ne bir ekleme, ne de abartma var! Ve evet, ben bazen rüyalarımı film çekimlerinde değişen kamera açıları şeklinde de görüyorum..

Şimdi merak edenler için rüyanın devamı geliyor:

Kocaman bir kamyonet, evimizin önüne dayanıyor. İçinden tıpkı firavunlar zamanından fırlamış gibi kıyafetleriyle (yukarıdaki resimdeki gibi yani) Mısırlı askerler iniyor, ve bizim bütün sülaleyi sefil bir biçimde, askeri eğitime götürmek üzere dolduruyorlar kamyonun arkasına. 80 küsür yaşındaki büyük dedemi bile alıyorlar! Neyse, sonra böyle okul binası gibi bir yere geliyoruz. Orada sınıflara bölüştürüyorlar herkesi. Herkese de üniforma giydiriyorlar önce. Bir sözlü sınav yapacaklar ve sorulara verilen yanıtların kalitesine göre rütbeleri belirleyecekler.

Sorulardan yalnızca birini çok net hatırlıyoru
m. Bir yarım ada varmış deniz yoluyla işgal edilmesi gereken. Bizim 4 gemimiz varmış, her an bir yamuk yapması muhtemel olan sözde müttefiklerimizin ise 3 gemisi varmış. Yani toplamda 7 gemiyle yarım adayı kuşatırken aynı zamanda bu çakal müttefiklerin 3 gemisini nasıl gözetim altında tutarmışız?

Ve tabii ki aslında bu sorunun yaratıcı olan rüya sahibi ben, hemen elimi kaldırıp Türk olduğumu belli eden bir cevap veriyorum v
e ilkokulda öğretilen şeylerin körpecik beyinlerin bilinçaltına nasıl da işleyebileceğine kendim bile şaşıyorum bu cevapla: "Tabii ki hilal taktiği kullanarak." diyorum, "Yarım-adanın çevresini hilal taktiği ile sararız. Yalnız müttefiklerimizin gemisini, kendi 4 gemimizin aralarına alarak. Böylece her yandan gözetim altında olurlar." Ve bu muhteşem (!) cevabım üzerine, askerlerden biri gelip üniformamın omuz kısmına bir tane yıldız dikiyor iğne iplikle. Bunun gibi bir sürü soruya tabii ki en çok ben cevap veriyorum ve omuzlarımdaki yıldızlar bir galaksi meydana getirecek kadar çoğalınca, beni komutan yapıyorlar (abartıyorsam şurdan şuraya gitmek nasip olmasın =)).


Rüyanın burada bittiğini sanmayın. Hakikaten bitmiyor. Bilmiyorum, bana da biri böyle bir rüya gördüğünü anlatsaydı bir gün, belki ben de inanmazdım. Hani şey derler, rüyalar toplamda 2 saniyede falan görülüyormuş aslında ne kadar uzun olursa olsun. Eğer gerçekten öyleyse, sanırım ben ıspatlayamayacağım bir rekor kırmışım...


Ben sınıftan çıkıp, koşarak yan sınıftaki anneannemin yanına gidiyorum. "Bak anneanne," diyorum omuzlarımı gösterip, "beni komutan yaptılar!". O da seviniyor falan. Neyse, sonra böyle etrafı kocaman bir ormanla çevrili, kasaba gibi bir yere geliyoruz. Bu arada etrafta kırmızı beyaz çizgili ve mavi beyaz çizgili kıyafetler giymiş, halktan insanlar var. Bunlardan kırmızı-beyaz çizgili giydirilmiş olanlar, Mısır'ın yaymaya çalıştığı yeni dini benimsememiş, reddetmiş olan insanlarmış. Bu kasaba gibi yerde onlar, köle gibi çalıştırılıyorlarmış. Ve ben birden, kırmızı-beyaz çizgili kıyafet giyen bir adamın gözünden görmeye başlıyorum rüyayı. Adam, kaçmanın yollarını arıyor. Biraz ileride bir falez var ve oradan atlayıp denize ulaşarak kaçmayı planlıyor(um). Askerlerin dikkatinin bir anlık dağılmasını fırsat bilerek, faleze doğru koşmaya başlıyor. Tam kocaman bir çığlık atıp kendini boşluğa bıraktığı anda, falezin başlangıcında, nereye nasıl yapmışlarsa, bir sota hazırlamış olan iki Mısırlı asker beliriveriyor ve adamı havada yakalayıp, kafasına kocaman bir balyozla vurup öldürüveriyorlar!

Evet, yanlış okumadınız. Rüyalarımı bazen başka birisi olarak da görebiliyorum. Ama cidden çok eğlenceli oluyor... Neyse hadi az kaldı bitiyor:

Adam ölünce ben, gene asıl ben oluyorum. Bu arada, kafamda bazı soru işaretleri oluşmaya başlıyor bu savaş ve komutanlık durumları ile alakalı. İşin aslı, ben bu yeni dini pek benimsememişim. Ayrıca savaşmayı seven biri de olmadığımı biliyorum. Bu düşüncelerin akabinde, ben de kaçma yolları düşünmeye başlıyorum. Bu yeni dinin ibadethaneleri, kiliselere çok benziyor. Fakat farklı olarak, tamamen camdan inşa edilmişler ve enlemesine upuzunlar. Ormanın başlangıcına doğru bir tane var, ve ben bu ibadethanenin çıkışının, ormanın çıkışına kadar uzandığını biliyorum. Yani bir şekilde farkedilmeden ibadethaneden geçip, çıkışa ulaşabilirsem, kaçabilirim.

Tabii şimdi düşününce, rüyadaki bu tedirginliğim çok yersizmiş. Koskoca komutan olmuşum, ister ibadethaneye girerim, ister ormana dalarım, kim ne diyebilir ki? Rüya esnasında tabii mantık pek çalışmadığı için, sanki düşüncelerimi anlıyorlarmış gibi gelmiş demek..

İbadethaneden içeri girip, birden yere eğilip, emekler gibi gitmeye başlıyorum. Bu arada giderken geçtiğim yerlerde, camdan duvarların alt kısımlarında bulunan havalandırma pencerelerini de kapatıyorum ki dışardan bir gören olursa, oralardan girip beni yakalamasın (rüya git gide saçmalaşıyormuş, yazınca farkettim =)). Tam bu şekilde korka korka ilerlerken, alarm çalıyor ve uyanıyorum ne yazık ki...

Benim diyen rüya tabircisi, psikolog bile, bu rüyayı tabir edemez gibi geliyor bana =) Ben kendimce bir analiz yaptım tabii.. O zamanlar savaşlar, dinler gibi konularda kafası karışık bir gençtim. Bir de başarılı olma, liderlik gibi konular vardı sosyal hayatla alakalı. Fakat "Neden Mısır?" sorusuna bir yanıt bulamadım =). Yeni bir dine layık gördüğüm, egzotik bir ülke olduğunu düşünüyordum belki içten içe o zamanlar eheh..


Neyse işte, böyleyken böyle... Bir zamanlar acayip rüyalar gören bir çocuktum, sonra ne olduysa çok normalleşti rüyalar. Herhalde hayalgücümü kaybettim. Halbuki ne kadar eğlenceliydi... Gerçi çok çok iç karartıcı, feci rüyalar da görüyordum. Annemler çok endişeleniyorlardı, fal bakanlar bile "sizin evde bir kız var, çok korkunç rüyalar görüyor" falan diyorlardı zaman zaman aile fertlerine.. Annem bu durumu psikolog bir arkadaşına anlatmıştı o zamanlar, o da gördüğü rüyaları bir deftere yazsın demişti. Ben de yazmıştım bazılarını.. Acaba ondan sonra mı kayboldu birden bu ilginç rüyalar? Aman neyse...

Son olarak sizlerle, yukardaki görselleri ararken karşıma çıkan bir fotoğrafı paylaşmak istiyorum. Bir haber sitesinden alınmıştır kendisi, ve ana ve alt başlıklar aynen şöyle:

Eski Mısırlılar Obama'yı bildi mi? Piramitteki resim ne anlatıyor?

Piramitlere yaptığı ziyarette, başına öyle birşey geldi ki, karizması fena çizildi


Deli misiniz Allah aşkına yaa, bir rahat vermediler adama =) (yalnız benziyor hakikaten eheh..)

Hadi herkese ilginç rüyalar...

6 Ağustos 2009 Perşembe

Eski Şairlerden Kim Kaldı

Uzun zaman olmuş bir şey yazmayalı.. Şu an da yazacak halde değilim ama en azından bir zamanlar 8 yaşında olan bana ve sınıf arkadaşlarıma şiir yazma ödevi vermiş olan saykodelik hocamıza bir tokat gibi sunduğum şiirimi paylaşmak istedim sizlerle.. Buyrunuz:


KEDİM
[bu noktada yaratıcılık sıfır..]

Benim bir kedim var
,
Miyav miyav miyavlar.
Her sabah uyanınca,
Sütünü ister benden. [burada "ister"i sona alsam daha kafiyeli olurmuş..]

Pek sevimli bir kedi.
Sevmemek elde değil.
Yumuşacık tüyleri,
Küçücük patileri.


Hiç kimseden yardım almadan yazmış olduğum bu şiirciği, tamamen hayalgücüme borçlu olduğumu da ayrıca belirtmek isterim. Zira, o zamanlar kedim medim yoktu, hiç de olmamıştı =).

Bir de Atatürk'le ilgili bir şiir yazmıştım 7 yaşımdayken, ama onu hiç hatırlamıyorum nedense.
Neyse, asıl önemlisi, galiba küçükken daha akıllı ve yetenekliymişim yahu.. Gene 7 yaşımdayken resim yarışmasında ikinci olmuştum ilçe çapında, hey gidi..

Ya da, işletmediğimiz demirler hakikaten de pas tutuyormuş..

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Seni Gidi Murphy

Herkes mutlaka duymuştur şu ünlü Murphy Kanunları'nı. Özetle şudur: Bir işin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir.

Mesela; 40 dakikadır otobüs bekliyorsunuz ancak gelmiyor. "Nasıl olsa bu vakte kadar gelmedi, şu büfeye bi koşu gidip su alıverene kadar da gelmez herhalde." deyip, büfeye giderseniz, geri dönüşte hüsranla otobüsünüzün arkasından el sallamak durumunda kalırsınız.

Ya da daha basit bir örnek: Bir güzel yağ ve reçel sürdüğünüz ekmek dilimi, elinizden düşüverirse, büyük olasılıkla yağlı ve reçelli kısmı yere dönük biçimde düşecektir.

Yani bunları bu şekilde adını vererek bir liste haline getirip, pek güzel meşhur olan rahmetli Edward Murphy isimli amcamız böyle diyor.

Şimdi burada bence, bir Amerika'yı yeniden keşfetme durumu var, fakat değişik bir versiyonu. Bu kanunlar hep olumsuzluklara yönelik, ve evet, hayatımızda olumsuzluklar yok değil. Fakat farketmediğimiz bir gerçek var ki, o da insanların hafızalarında genelde bu olumsuzluk halleri yer eder. Yani şunu demek istiyorum: Eğer bir insan ömrü boyunca 100 kere otobüse bindiyse, ve bu deneyimlerinden sadece 20 tanesinde yukarıda anlattığımız büfeye gidip ortada kalma durumunu yaşadıysa, sağda solda anlattığı, bu 20 deneyim olacaktır.

Aksini düşünebiliyor musunuz ki? Şöyle bir diyalog mümkün müdür yani Allah aşkına:

- Yaa abi geçen gün başıma ne geldi biliyor musun..
- N'oldu abi, anlatsana, hayırdır?
- Otobüs bekliyordum, 10 dakika içinde geldi, ben de bindim.
- Ee, sonra?
- Eee'si o kadar işte, budur...

Eheh.. Kısaca, insanlar zaten çoğunlukla kötü/olumsuz olaylara/durumlara dikkat etme ve ilgi gösterme eğilimindedirler. Bin bir zorlukla birbirlerine belki de yıllar sonra kavuşan bir çifti anlatan filmlerde, çift en sonunda ömür boyu mutlu mesut yaşamaya başladıktan sonrasını en fazla kaç dakika görürüz? Çoğunda hiç görmeyiz bile. Çünkü o zorluklar, o acılar ilgimizi çeker. Sonrasının ilgi çekmeyeceğini bilen sevgili senarist ve yönetmenler de, bize çiftin bundan sonraki güzel hayatını gösterme gereği duymazlar. (Halbuki ben hep merak ederim...)

Yani bana göre, yıllarca çok önemli bir iş yaptığını sanıp Murphy Kanunları diye bir şey uyduran bir amcayı anarak, boş yere meşhur ettik kendisini. Ben de düşünsem biraz kesin bir kanun uyduracağım ama, ismim soyadım falan, bu kadar karizmatik durmayacaktır "Kanunları" kelimesinin solunda, o yüzden boşuna uğraşmayayım diyorum...

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Revizyon: Cennet Kuşları Hikayesi

Nedir o diye sorarsanız, buyrun:



Daha önce de buna benzer bir başlık açmıştım, fakat daha da derine inmeye karar verdim. Video ekleme olayını da çözmem, ayrı bir güzellik oldu =)

Bu kuşlarla ilgili daha ayrıntılı bilgiye, Planet Earth (Yeryüzü) isimli muhteşem belgeseli izleyerek ulaşabilirsiniz. Paranıza kıyıp orijinal DVD'lerini alırsanız, asla pişman olmazsınız.

Özetlemek gerekirse, bu kuşların zamanla bu şekilde evrilmesinde, dişilerinin fazlaca seçici olması yatıyormuş. Artık nasıl bir naz varsa kendilerinde, zavallı erkekler, ne yapacaklarını şaşırmışlar, yazık eheh.. Kendilerinin de normal serçeden pek bir farkı yok halbuki =)

Bu arada, profilimde görünen fotoğrafın nereden geldiğini ve ne olduğunu da, bu videoyu izleyince anlayabilirsiniz.

Film Arası




Muhteşem bir metafor üzerine kurulu, çok duygulu bir animasyon.. Çok bir şey ifade eder mi bilmem ama, Oscar almışlığı bile var.

İyi seyirler.

23 Temmuz 2009 Perşembe

Ölüler ve Rüyalar

Dün farkettim ki, yasını gereğince tutmadığınız bir ölünün rüyanıza girmesi, çok acı bir şey. Gerçek olduğunu sandığım için, aha dedim, fırsat bu fırsat. "Senin öldüğünü duyduğumda aslında çok ama çok üzüldüm, ama hiç belli edemedim, özür dilerim. Ama neyse ki ölmemişsin, ne kadar sevindim bilemezsin." dedim ağlayarak. Gülümsedi...

Bu psikolojik bir gerçektir: Yas, zamanında ve mutlaka tutulmalıdır. Yoksa eninde sonunda, gizlice büyüyüp birden ortaya çıkan sinsi bir çığ gibi, hayatınızın ortalık yerine düşüverir beklenmedik bir zamanda.

Rüyama giren kişinin öldüğünü öğrendiğimde, ilk gün kısa bir süre ağlayıp (ki bir ara uzun süre durulup, sonraki aylarda artarak devam edecekti bu ağlama süreci), sonra ne diyeceğimi bilemediğimden, ailesini arayıp baş sağlığı dileyememiştim ve ne kadar üzüldüğümü bilmedikleri için kendileri, bana çok sitem etmişlerdi.

Sanki ben hiç üzülmemişim gibi... Sanki istesem telefonda ağlamaktan konuşabilecekmişim gibi...

Ne diyordum... Yasını gereğince tutamadığınız ve aslında şimdi geri gelse, bir sürü keşkeyi iyi kiye çevirmek için elinizden geleni yapabileceğiniz bir ölünün rüyanıza girmesi çok acı veriyormuş. Bir yandan gerçek sandığınız için seviniyorsunuz, bir yanınız ise gerçek olmadığının farkında, o yüzden sevinçle karışık ağlarken, bir an önce size verilen bu fırsatı kaçırmadan söylemek istediklerinizi söylüyorsunuz.

Sonra belki aniden uyandığınızda, yastığınızda rüyadan kalma bir gözyaşı görüyorsunuz. Bu sefer de, "Geri gelmemiş, rüyaymış..." diye ağlamaya başlıyorsunuz belki...

Bu dünyada çok çok hayat dolu ve mutluydun. Umarım hala öylesindir.

Rüyada bir daha olmazsa sevinirim ama, bir gün görüşmek dileğiyle...


...............................................huzur içinde yat....................

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Zamanda Yolculuk

Aslında zamanyolculuğu yapıyoruz mütemadiyen. Videolar, fotoğraflar falan neyse de, mesela ders notları çok acayip şeyler. 3 hafta önce bir sınıfta sıcağı sıcağına yazdığınız zaman, aslında gelecekteki size hitap ediyorsunuz. Kolay anlaşılır bir biçimde, hatta kendinize has işaretler koyup, mesela kitaptan bir sayfayı referans göstererek yazıyorsunuz ki, gelecekte o notları okuyacak olan siz, doğru şekilde çalışasınız. Hatta kimi zaman o notların üzerinde, başka zamanlarda, başka renk kalemlerle oynama yapabiliyorsunuz. O zaman da, yine daha ileriki bir zamanda okuduğunuzda, iki farklı zamanın iç içe geçtiğini, üçüncü bir zamanda gözlemleyebiliyorsunuz. Bu hissiyatı hiçbir teknolojik aletin ürününde yaşayamazsınız. Bana çok garip geldi bugün düşününce...

Ama yine de hala çalışma prensibindeki şaşkınlığımı azaltamadığım yegane alet, fotoğraf makineleridir. Sanki hakikaten o Taş Devri çizgi filmindeki gibi, makinenin içinde gördükleri şeyleri harıl harıl çizen hayvancıklar var.

Eheh... Çok mu çağ dışıyım acaba?

19 Temmuz 2009 Pazar

"Ötekiler" ve İki Film Hakkında..

İnsanlık tarihinde, korkuların en büyüğü "öteki"ne karşı duyulandır kanımca. Kişi, kendi gibi olmayan "yabancı"ya karşı, korkuların en tehlikelisini besler. Bu korku, "bilinmezlik"le doğrudan ilişkilidir, yani kişi, aslında bilmediği bir şeyden korkar. Bu da korkuların en tehlikelisidir. Zira, ötekinin kişilik haklarına ve hatta hayatına karşı bir tehdittir.

Tarihte bu korkuyu bariz bir biçimde bir devlet politikası haline getiren Güney Afrika'da bu durum, tarihe bir kara leke olarak geçen "aparthayd"ın doğmasına sebep olmuştur. Bu ayrımcılığa karşı savaşı süresince, 27 yıl kadar hapis yatan Nelson Mandela ile ilgili çok güzel bir film izledik nişanlımla geçen gün: Goodbye Bafana (Özgürlüğün Rengi). Mandela'nın gardiyanı Gregory ile olan, o zamana göre olmaması gerektiği düşünülen iyi ilişkilerini anlatıyor şeklinde özetlenebilir konu. Gregory'nin anılarını yazdığı bir kitaptan uyarlanan filmle ilgili değinmek istediğim noktalar, az da olsa spoiler içerebilir, ama çok değil. Yine de uyarayım.

Filmde gardiyan Gregory'nin koyu faşist karakterinin, zamanla Mandela'yla yakınlaştıkça, oldukça çarpıcı bir şekilde değiştiğine şahit oluyoruz. Hükümet tarafından, yasaklı yayın ilan edilmiş, yani üst düzey yetkililer hariç kimsenin okuyamayacağı Özgürlük Bildirisi'nin gerçek içeriğinden bihaber, siyahların bütün beyazları katletmek istediğiyle ilgili bir yazı olduğunu sanan Gregory, sonunda bir şekilde bildiriyi okuduğunda, "bilinmezlik" ve "korku" üzerine kurduğu faşist fikirlerin değişmesi, Mandela'yı daha yakından tanımaya başlamasının ve ona karşı duyduğu "öteki korkusu"nun da zamanla yok olmasının etkisiyle, tam bir duygusal ve kişiliksel evrim geçiriyor. Tanıdıkça, bildikçe, korkuları azalıyor. Tabii, bu noktada önemli bir durumun altını çizmek de gerekir. Diyebilirsiniz ki, neden öteki gardiyanlar da aynı evrimi geçirmiyor o zaman. Onlar da tanıdıkça, bildikçe, korkularından ve faşizanlıklarından arınabilirlerdi diyebilirsiniz. Fakat Gregory'i onlardan ayıran bir durum var: Gregory, küçükken yaşadığı köyde, hiç beyaz yaşıtı olmadığı için, siyahi bir çocukla arkadaşlık kurmuş ve aynı zamanda Mandela'nın da mensubu olduğu kabilenin dilini de öğrenmiştir bu arkadaşlık sayesinde. Ben, Gregory'nin bu evriminde, bu arkadaşlığın ve dil unsurunun da büyük payı olduğunu düşünüyorum. Arkadaşlık, önyargının çok sağlam temelleri olmamasına sebep olmuştur kanımca. Yani küçükken arkadaşı olan bir siyahın iyi biri olması, yetişkin Gregory'nin bilinçaltına "siyahlar da iyi insanlar olabilir"i yerleştirmiştir mutaka.

Dil konusuna gelince, iki farklı dünyayı birbirine yakınlaştıran çok önemli bir unsur olduğunu düşünüyorum. "Bir ortak noktamız var, belki daha da çoğu vardır" mesajı yankılanıyor olmalı bu konuyla alakalı Gregory'nin bilinçaltında.

Şimdi bu filmden, bambaşka bir filme geçiş yapacağım ama şaşırmak yok. Mahsun Kırmızıgül'ün yazıp yönettiği "Güneşi Gördüm" ile ilişkilendirmek istiyorum yukarıda yazdıklarımı. Ne alaka demeyin, çok alakası var. Filmi dün izledim, ve hakkında düne kadar o kadar çok kötü yorum okudum ki, dedim herhalde zaman kaybı olacak ama merak da ediyordum. İyi ki de izlemişim, gayet başarılı bir filmdi. Neyse, bu tamamen benim zevkimle alakalı, ama değineceğim nokta, yine ötekiyle alakalı. Bir kere, şimdiye kadar okduğum eleştirilerin 10'da 8 kadarı, tamamen aslında Mahsun Kırmızıgül'ün kişiliğine dolaylı yoldan saldırı niteliğinde. Yani film eleştirilirken aslında gerçek hedef, Kırmızıgül. Neymiş, Allah'ın kırosu, kendine yer edinmek istiyormuş camiada. Yahu deli misiniz, edinir edinmez, size ne? Bizim ülkede gizliden gizliye bir Kast Sistemi vardı da ben mi bilmiyorum acaba? Şu su götürmez bir gerçek ki, bu adam ilk meşhur olduğu yıldan bu yana, kendini çokça geliştirdi. Ve çektiği filmler de, çok ses getiren birçok yerli yapımdan daha kaliteli kanımca. Karakteri ve yaptığı müzik beni ne ilgilendirir? Ama hakkı olduğu yerde, insana hakkını teslim edeceksin.

Maalesef gerçekten de bizim ülkemizde de resmen olmasa bile, karşımızdaki kişiye yaklaşımlarımızda sanki bir kast sistemi uygulaması var. Bunun da merkezinde korku yatıyor diye düşünüyorum. Tabii bu konuda ekstradan bir de çekememezlik duygusu da hakim diye düşünüyorum. Hani "ben bile yapamıyorum, bu kıroya ne oluyor" gibisinden... Çok yazık.

17 Temmuz 2009 Cuma

Gecikmiş Bir Doğumgünü Kutlaması


Dünya tarihinde hakkı en kötü biçimde yenmiş adamlardan birinin doğumgünüydü geçen 10 Temmuz'da.. Hepimizin saygıyla andığı birçok mucitten çok daha fazla iş başarmış olsa da, pek azımız adını ve neler yapmış olduğunu biliriz.. Nikola Tesla'dan bahsediyorum.

Buluşları bazı para babalarının işine gelmediği için hiçbir zaman yeterince maddi-manevi destek görmemiştir kendisinin. Hala çok sevgili Edison amcanın tasarladığı ampülü kullanıyoruz, fakat bu fikrin Tesla'dan aşırma olduğunu pek azımız biliyoruz. Neler başarmış olduğunu bu yazıda ayrıntılı olarak anlatmayacağım, zaten isteyen verdiğim bağlantıdan ve daha fazlasından istediğine ulaşır.. Benim değinmek istediğim konu, bugün bile, hala, tarihteki bazı adamlara gereğinden fazla önem verilirken, kimilerinin bir tabu gibi adlarının anılmaması. Bunun yine bir numaralı suçlusunun medya olduğuna inanıyorum.

Medyayı da hepten günah keçisi yapmış gibi görünebilirim, fakat eğer ortada bir suç varsa ve bu suça ortak olmadan, karşı ataklarla bu suçu ortadan kaldırabilecek gücü varken bunu yapmıyorsa, kesinlikle suçludur bana göre. Eğer tarih kitapları, bilim insanları, bu adamı kimi sebeplerle anmak istemiyorsa, ve bu konuda insanları bilgilendirmiyorsa, o zaman bunu medya pek güzel yapabilir.

Günümüze kadar sanırım Nikola Tesla'dan bahseden ve geniş kitlelere en çok ulaşabilmiş yapım, The Prestige filmiydi. Hem de kendisini David Bowie pek güzel oynamıştı. Ben şahsen bundan başka bir yapım bilmiyorum. Belki birkaç belgesel vardır hakkında.

Bu konuya değinme isteği içimde birkaç gün önce Bilim ve Teknoloji ile ilgili bir derste, hem de tam Tesla'nın doğumgününde, hocanın teknolojinin evlerimize ulaşma ve yaşam biçimlerimizi etkileme konusunda verdiği örnekte, Edison'dan bahsederken, Tesla'nın adını hiç anmaması üzerine doğdu. Türkiye'nin en iyi üniversitelerinden birinde, böyle önemli bir konuda ders verme yetisine sahip bir hocanın, bu "yanlış" ya da "eksik" bilgiyi, hala öğrencilerine empoze ediyor olması gerçekten çok düşündürücü..

Sağolsun Google, 10 Temmuz günü giriş sayfası için bir Tesla teması kullanmıştı. Aslında bu yazıyı ben de o gün yazmak niyetindeydim. Neyse, geç de olsa, bu kadar önemli işlere imza atmış, 700'den fazla patentli buluşu olan Nikola Tesla'yı mutlaka anmak gerek diye düşündüm.

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Biri Şunları Durdursun

Reklamcıları diyorum... Birileri şu yıllardır yaptıkları saçmalıklara bir dur dese hiç fena olmayacak. Sex sells diye diye, artık zaten kadını metalaştırmalarını içselleştirdik, çok doğal geliyor bize, ürün ne olursa olsun, şuh kadınlar görmek. Ama şu son dönemlerde çocukları da bu kadar sık kullanmaları, artık çizmeyi hepten aştıklarının göstergesidir kanımca.

Komplo teorilerini severim. Ve çoğunu da pek güzel benimserim. Mesela konuyla alakalı bir komplo teorim var. Aslında gayet gözleme dayalı bir yorum denebilir komplo teorisinden çok. Son 6-7 aydır, gazetelere ve haberlere düşen cinayet ve tecavüz olaylarını bir hatırlamaya çalışın. Kadınlara yönelik artık maalesef alışılmış haberlerin yanında, ne kadar da çok çocuklara yönelik taciz-tecavüz ve şiddet olayıyla karşılaştık hiç dikkatinizi çekti mi?

Taciz-tecavüz ve şiddet, iki ayrı başlıkta incelenmeli diye düşünüyorum. Birinci başlık, yani taciz ve tecavüz, bana kalırsa çokça reklamlarla da ilişkili. Tabii çocuk pornosu da bir numaralı suçlu olabilir, ama küresel çapta bu konunun önlemleri uzun zaman önce alındı ve en azından ülkemizde, konuyla ilgili bütün yasal uygulamalar ve önlemler tıkır tıkır işliyor denebilir. Bu açıdan, ben asıl suçlunun reklamlar olduğu kanısındayım.

Bir kere, reklam etiğine göre, çocuklarla doğrudan ilgili olmayan ürünlerin tanıtımlarında, çocuk oyuncu oynatmak doğru değildir. Fakat bakınız sevgili Turkcell, ne de çok sevdi şu Selocanlar'ı!

Pedofili, küresel bir gerçek ne yazık ki. Bunu göz ardı edemeyiz, etmemeliyiz de. Özellikle reklamcılar da kesinlikle etmemeli. Maalesef, üzülerek söylüyorum ki, küçücük çocuklarla ilgili hayaller kuran koca koca adamlar VAR! Kadınların metalaştırılması, cinsel obje olarak gösterilmesi de tabii ki çok çok yanlış, ve taciz-tecavüz olaylarının çoğunda zaten sadece reklamların değil, bütün medyanın da payı var. Fakat kanımca, çocuklara yönelik cinsel arzuları tetikleyici unsurlar, daha vahim sonuçlar doğurmaktadır. Çünkü, küçük çocuklarla ilişkiye girmenin hiçbir meşru yolu bulunmamaktadır.

Çocuklara yönelik şiddet olaylarının sebebi de bambaşka bir şey bana göre. Son zamanlarda mutlaka dikkatinizi çekmiştir: Komşunun çocuğunu sobada yakanlar, başka biriyle ilişkiye girmesine şahit oldu diye kendi çocuğunun öldürülmesine göz yumanlar, çocuğunu aç bırakıp öldürenler... Son zamanlarda inanılmaz bir artış ve öldürmek şekillerinde çeşitlilik var. Ciddi bir araştırma yapılıp, bunun sebeplerinin neler olduğu ve nasıl önlenebilecekleri incelenmeli diye düşünüyorum. Toplumsal delilik, bir noktadan sonra durdurulamaz hale gelebilir çünkü. Zira, toplumu oluşturan bireyler arasındaki etkileşim, düşünebileceğimizin çok ötesindedir, ve kendini gizlemeyi, değişik şekillere girmeyi çok iyi bilir. Açıkçası ben zaten, bu olayların ortaya çıkmasında, şimdilerde belki unutulmuş, büyük bir olayın, tetikleyici unsur olduğuna inanıyorum. Tabii bir başkası için asıl tetikleyici unsur, toplumsal değerlerin çökmesi, inanç sistemlerinin yıkılması ya da ekonomik kriz olabilir. Mutlaka hepsinin ayrı ayrı rolleri büyüktür. Hatta benim değindiğim noktalar, önemsiz ayrıntılar gibi de görünebilir. Fakat şeytan, ayrıntıda gizlidir...

Uzaylı Gibi Cennet Kuşu

Nedir o diye sorarsanız, buyrun buradan bakın.

"Ama yuutub kapalııı" demeyin, ktunnel'ı çok sevgili başbakanımız bile kullanıyor, cık cık cık. Yok ben beceremem o işleri derseniz, o zaman Planet Earth isimli muhteşem belgeselin DVD'sini alıp keyfin doruklarına çıkacaksınız. İlk DVD'nin ilk bölümünde bu uzaydan gelmişçesine acayip hayvanla tanışabilirsiniz. Zaten bu belgesele ayrı bir başlık da açmak lazım aslında. Neyse. Başka zaman.

"Felsefe-geçirmez" ve Caesar III

Bugün bir hocamız, "Felsefe insanı delirtmez ki, ama tam tersi mümkündür. Yani deli insan felsefeye sarar" dedi ama ben bunun aksinin de mümkün olduğunu, hatta sıkça yaşandığını iddia ettim. "İnsanın küçük yaştan beri sorgulamadan inanıp kabul ettiği gerçekler bir anda sorularla sarsıldığında, insan bu soru cehenneminden kurtulamıyor kimi zaman ama." dedim. O da bana katıldı böyle söyleyince, fakat tam tersine, bu sarsıntılardan hiç etkilenmeyen insanlar da olduğunu söyledi. Onlara bir de isim taktı: "philosophy-proof", yani "felsefe-geçirmez". Bu benzetmesi hakikaten çok yerindeydi bence de.

Cehalet erdemdir diye bir söz var ya, gerçekten çok yerinde bence. İnsan ne kadar az bilir, ne kadar az sorgularsa, o kadar mutlu oluyor.

- Okula gideceksin, çünkü iş bulman lazım, yoksa para kazanamazsın!
- Eyvallah...

- Sen kadınsın, kadın kısmı az konuşur!
- Peki...

Yani böyle mi olmak lazım derseniz, böyle yapanlar mutlu mudur ki diye sorarsanız, eh belki onlar da değildir. Ama çok temel konuları, insanın var oluş nedeni, hayat, din, vs. gibi konuları çok sorgulamak, bir çözüm getirmiyor. Test edildi, onaylandı. Bu soruların ucu, ağır depresyona açılır. Ve bu tip bir depresyonu bilinçaltına inerek, çocukluğu sorgulayarak, efendime söyleyeyim, Oedipus Kompleksi'ni günah keçisi ilan ederek tedavi edemeyiz kanımca. Logoterapinin (anlam terapisi) kurucusu ve isim babası olan Viktor E. Frankl, yeni çağın en büyük probleminin anlamsızlık olduğunu iddia ediyor. Gerçekten de, yıllarca bir çok anlamlar yüklediğimiz kavramlar, samimiyetsizlik ve teknoloji çağı olan 21. yüzyılın gelişiyle yerle bir olduğunda, sığınacak bir yer bulamaz oluyor insan. Kendini savunmasız ve çaresiz, köşeye sıkışmış hissediyor. Bu noktada Frankl'ın ve ondan da önce Antik Yunan'ın Stoacılar'ının tavsiyesi, acının bile bir anlamı olabileceğini düşünmek, ve "Hayat bana ne verecek ki, hiçbir şey vermedi bugüne kadar!" diye hayıflanmak yerine, "Ben hayata ne verebilirim? Acaba benden beklediği ne?" diye düşünüp, insanı hayat karşısındaki acizliğinden kurtarmak ve daha erdemli bir varlık haline getirmek. Gerçekten de aslında bir kişinin anlamsız ve faydasızmış gibi görünen var oluşu, gelecekte insanlık adına küresel anlamda önemli bir kişinin var olacağının müjdecisi olabilir. Şimdi bunu okuyan sizler, "Heh, torunumun çocuğu beeelki dünyayı kurtaracak ama benim adım bile anılmayacak kadar boş bir hayatım olacaksa, ne önemi var ki" diyebilirsiniz.

E, o zaman ne duruyorsunuz? Siz harekete geçin torunlarınızdan önce!

*****************

Neyse efendim, başlıktaki Caesar III ne alaka diyebilirsiniz tabii, onu da hemen sıkıştırayım buraya: 16-17 yaşlarımdayken sıkça oynadığım bir oyundu. Yıllar sonra sevgilimin büyük çabaları sonucunda internetten bulundu ve büyük bir hevesle oynamaya başladım. Fakat maalesef şunu anladım ki, küçükken daha zekiymişim sanırım! Yahu, daha önceleri kırk kere geçtiğim aşamayı şimdi bir türlü başaramıyorum! Daha önce bir oyunda daha aynı şeyi hissetmiştim fakat adını anımsayamadım şimdi.
Neyse, ama yılmak yok, denemeye devam! {#emotions_dlg.cheesy}

Gotik

Sevmem etmem bu akımı... Zaten ayağa düşmüştür kendisi uzun zaman önce. Hani "gotik" olup da bunun nereden çıktığını, ilk olarak hangi olaydan etkilenildiğini bilmemek çok ayıp kanımca. O zaman bilgilenelim:

1631 yılında, Vezüv'ün patlaması ile, çok enteresan bir doğa manzarası ortaya çıkmış. Salvator Rosa isimli ressam da bu görüntüden o kadar etkilenmiş ki, bu esinle birçok eser yaratmış. Düşünsenize, muhteşem bir doğa manzarası, ama kısmen yanmış, kül olmuş. Sanki cennet, cehennem bir arada.

Hey gidi... Nerden nereye. Şimdilerde şöyle bir şeye gotik diyoruz:




Eheh.. Kim çizmişse eline sağlık. Ha, eklemeden geçemeyeceğim: O kazağın kolunu sıvarsak, muhtemelen ne işe yaradığı meçhul, ele giyilen filelerden görürüz. (ismini bilemediğimden, görselini de bulamadım gugıldan)

Bütün gotik arkadaşlara sevgiler, saygılar, hayatın bu zor ve çetin yollarında başarılar diliyorum. Uyku

(insan ayrımı yapmıyorum canım ne alakası var yaa..)

Eski Bir Hikaye: Thanatos

Sanırım 2 ya da 2,5 sene önce falan yazdığım, sonunu getiremediğim bir hikaye. Aslında hikayeden çok, bir taslak denebilir. Sözde daha sonra geliştirecektim, değiştirecektim...

Şu an bana ne kadar da uzak... Artık sonunu getirmem mümkün değil, çünkü yazarı sanki ben değildim.

Fakat sonuna kadar okuyup devamını merak edebilecekler için, anlatıcının son sözünün "devam" olmasına karar verdiğimi belirtmek isterim en azından..

Buyrun:

......

- Üç yaşındaki çocuğuyla eşini ortada bıraktı! Böyle bir şey yapmaya hakkı var mıydı yani?

- Eğer kendisinde böyle bir hak yoksa, nereden edinmeli bu hakkı söyler misiniz bana?

Savaşlar bitti.. Dünya Altın Çağ’da.. En ateşli tartışmalar ve anlaşmazlıklar, felsefi konularla alevleniyor artık.. Bilimin her soruya cevabı var.. İki konu hariç: Yaşam ve ölüm..

Huzurlu bir hayat.. Hep bunun için çalışmadık mı? Peki şimdi ne istiyoruz? Ölmek.. Kendi sandalyelerine tekme atan cellatlar, o kadar çoğaldılar ki.. Bir zamanların ünlü psikanalistlerinden birinin ismini koyduğu ölüm içgüdüsü, şu günlerde artık, evrimde bizim en büyük silahımız olan hayatta kalma içgüdüsünü yenmiş durumda..

Arkadaşlarımın aksine, ben Özgür’ün yaptığını haksız bulmuyorum. İntiharlar bu kadar çoğalmışken, neden bu duruma alışamıyorlar anlamıyorum. Her yeni sistem ne kadar iyi işliyor olursa olsun, kendi yıkım tohumlarını da yanında getiriyor.

Fakat bu tohum, daha iyi amaçlar için kullanılmalı. Ve ben bunun için bir şeyler yapmalıyım..

- Ne demek nereden edinmeli bu hakkı? İyice saçmalıyorsun..

- Saçmalamıyorum. Dünyaya gelmesini kim sağladıysa ona sormadan, karısının ve çocuğunun da öfkesi onun üzerine olmalı.

- Güldürme beni.. Neyi kastediyorsun, yıllar önce ona hayat veren anne ve babasına mı kızmalılar? Bu işin suçu onlara mı kalmalı? Zaten ölü olan iki insan mı sorumlu olmalı Özgür’ün ortada kalan ailesinden?

- Hayır, ben daha yetkili bir merciyi kastediyorum. Tanrıyı...

Hayatta sahip olmayı istediğim her şeye sahibim. Güzel ve iyi anlaştığım bir karım, bir erkek ve bir kız çocuğum, en son model arabam, itibarlı bir işim, ve muhteşem malikanem... Kendime yeni bir amaç edinmezsem hayatta, ben de Thanatos’a yenik düşeceğim, hissediyorum...

**********************

Beş ay içinde grubumuza katılmak için, dünyanın dört bir yanından yüz elli binden fazla kişi başvurdu. Açıkçası en başlarda, bu kadar büyük miktarda katılım olacağını ben bile düşünmemiştim. Fakat merak ediyorum, bu insanlar gerçekten grubumuzun asıl amacına hizmet etmek adına mı katılıyorlar, yoksa zaten kaçınılmaz sonlarının bu olduğunu bildiklerinden, en azından, yaptıklarını biraz olsun meşrulaştırmak adına mı?

Henüz bilmedikleri bir yerde, bilmedikleri bir zamanda ölmeyi kabul eden bu insanlar... Toplu intihar... İyi bir organizasyon olmalı. Düşünmeliyim.

Bu bir isyan. Başarıya ulaştığında, büyük bir devrim olacak.

Aslında düşününce, bu insanların bir bilinmezlik içinde ölmeyi kabul etmeleri, yaşamın sonunda ölümün nereden ve ne zaman geleceğini bilmeden yaşamayı kabul etmeleriyle eşdeğer. En azından, bu şekilde bildikleri bir amaçları var.

Asıl merak ettiğim şey ise, tanrının buna bir dur deyip demeyeceği..

***************************************************

İlk ekip, gitti.. Zor anlar yaşadık.. İknacılar, intihar edeceklerin ailelerini ikna etmekte oldukça zorlandı.. Gözyaşları, yalvarışlar.. Ve potasyum siyanür...

Sanırım gideceklerin gözlerini bağlamasaydık ve kulaklarına tıkaç takmasaydık, plan yürümeyebilirdi.. İnsanlar, yaratılışlarının üzerinden geçen binlerce yıla rağmen, hala ölümü kabullenemiyorlar.. Bu çok garip..

Azınlıkların tepkileri var bir de.. Hala İslamiyet’e ve Katolik mezhebine bağlı olan bu bir avuç insanın, bizleri amacımızdan döndürmelerine izin vermeyeceğim..

Karım, beni desteklediğini söylüyor.. Fakat gözlerinde ve sesinde, korku ve endişe var.. “Acaba bu işin sonunda o da gidecek mi” diye düşünüyor, biliyorum..

Çocuklara bir şey anlatmıyoruz.. Zaten anlatsak da anlayabilecek yaşta değiller.. O yüzden karım ve Sibot, çocukları İnterzon’dan olabildiğince uzak tutmaya çalışıyor..

Ancak henüz beklediğim yerden bir ses yok.. Öyleyse, plana devam..

********************************************************

- Efendim, bence artık görüşmemizin vakti geldi de geçiyor. Yamalar işe yaramıyor. İşler iyice çığırından çıkmadan bu işi halletmeliyiz.

- Haklısın. Yardımcını uygun bir vakitte o kaçık herifle görüşmek üzere gönder.

- Peki efendim. Özel bir kılık altında mı gönderelim, yoksa kendisi olarak mı görüşsün?

- Hayır hayır. Kılık değiştirmesine gerek yok. Onun ayarlarıyla oynansın. Bu adam madem bu kadar hevesli ilahi güçlerle görüşmeye, o zaman durumun ağırlığını da taşımaya çalışsın bakalım.

**********************************************************************

Vücudumundaki bütün tüylerin elektriklendiğini hissedebiliyorum. Sesler derinden ve ekolu geliyor. Gözlerim kararıyor. Ayakta durmakta zorlanıyorum. Tahrik oluyorum... Sıcak...

Bu ses... Neredeyim? Niye bu kadar karanlık? Kıpırdamak istiyorum. Olmuyor...

- Sesime odaklan. Nefes al.

Ne diyorsa yapıyorum. Elimde olmadan, ne dediyse oluyor. Sadece kim olduğumu biliyorum artık. Gerisi, muamma.

- Büyütülecek bir şey yok. Sadece ortak bir frekansta buluşabilmemiz için bu ayarı yapmam gerekiyor. Sakin ol.

Ses beynimin içinde. Beynimin içinden soruyorum:

- Kimsin? Sonunda geldin mi?

- Senin anlayabileceğin dilde, sistem yöneticisi yardımcısıyım diyelim.

- Demek seni yolladı...


- Tabii ki! Kendisini bekliyordun biliyorum ama bu kadar kibirli olman doğru değil. Asıl konumuza gelirsek, şunu söylemek üzere gönderildim, yaptığın şey bütün sistemi çökertmek üzere. Bunca zamanın emeğini boşa harcamak üzeresin. O, hala başarabileceğinize inanıyor ekibin çoğunluğunun düşüncesinin aksine.


- Başarmak mı? Ne demek istiyorsun? Neyi?


- Gönüllüler
... Kibir abideleri Gönüllüler... Hiç bir şey hatırlamıyorsunuz değil mi? Ah evet, çünkü siz böyle olsun istediniz! O kadar emindiniz ki kendinizden... Evrenlere gönderilirken en ufak bir ipucunun hafızanızda kalmasına gerek duymadınız.

- Hiç bir şey anlamıyorum...


- Ve sen... En sonunda sisteme bir darbe indirmeyi başardın. Fakat görev başarısız oldu. Pes ettiniz. Görevden çıkmak adına, intihar etmeye başladınız.


- Görev mi? Neydi görevimiz? Bir amacımız mı vardı buraya gönderilirken?


- Bu koskoca evrenin bir amaç uğruna değil de öylesine yaratıldığını mı düşünüyorsunuz gerçekten? Hem kibirli hem de aptalsınız. Sistem Kurucu’nun aklını çeldiniz deli saçması fikrinizle. O kadar sıkılmıştı ki yarattığı şeyin boşluğundan, tek düzeliğinden, hemen kabul etti bu fikri yaşlı Sistem Kurucu. Ve siz Gönüllüler, sonradan kendilerine bir sürü farklı isim takacak olanlar... Bir bilinmeze doğru gitmeyi kabul ettiniz... Tıpkı senin tarikatına katılıp intihar etmeyi kabul eden çatlaklar gibi, anlıyor musun? Kendinizi ispatlamak adına, hangi evrene düşeceğinizi, ne kadar zamanınız olduğunu bile bilmeden (ki bu da görevin sizin deyiminizle heyecan arttırıcı rastgele modlarından biriydi), ayrıldınız ana sistemden. Hiç bir şey bilmeden, hatırlamadan, geri dönüş yolunu bulacağınızı iddia ediyordunuz. Sistem Kurucu da böylece sistemdeki açıkları tespit edebilecekti. Ama onun sistemi kusursuzdu, biliyordum.

Sonra evreni şekillendirmeye başladınız. Kendi oyununuzu yaratmaya başladınız, ki sonradan tam bir kaosa dönüştü düzeniniz. Nihai amacınız için uğraşmaktan vazgeçtiniz. Bazı dönemlerde bunu size hatırlatmaya çalışanlar oldu, fakat siz onlara kulaklarınızı tıkadınız. Düzen oluşturmak adına masallar uydurup, bir de kendi uydurduğunuz bu şeylere inandınız. Geri dönmek istemiyordunuz belki de artık. O yüzden uzun yaşamanın sırlarını (yani bir bakıma oyuna hile sokmayı) keşfettiniz. Daha da kötüsü, hatta en kötüsü, birbirinizi ve kendinizi oyundan zamanından önce çıkarmaya başladınız. Belirlenen zamandan önce geri dönüşe geçen Gönüllüler’in çoğu, Boşluk’ta yollarını kaybettiler. Onları ana sisteme geri almak ne kadar zor oluyor bilemezsin. Ve şimdi senin yaptığın şey, Boşluk’ta binlerce Gönüllü’nün kaybolmasına sebep oluyor. Buna benzer bir kaosu en son Üçüncü Dünya Savaşı dediğiniz saçmalık sırasında yaşamıştı sistem. Bu gidişle hepsini kurtarmamız mümkün olmayacak. O yüzden buna bir son vermeni istiyoruz. Ve tabii ki bu duyduklarını kimseye anlatmamanı...

- Aklım çok karıştı. Görev... Oyun... Gönüllüler... Sistem... Masallar... Neden anlatmamalıyım?


- Eğer anlatırsan görev bitti demektir... Bunu sen istiyorsun belki ama, Sistem Kurucu sizlere bir şans daha vermek istiyor. Çünkü işin gerçeği şu ki, direnen bir tek sizin evreniniz kaldı. Diğer hepsinde oyun bitti. Açık bulabilen Gönüllü çıkmadı henüz. Şimdi her şey senin kararına bağlı... Tamam mı, devam mı?


.......................................................................................



İknacılar: Hikayenin geçtiği zaman ait polis teşkilatı denebilir. Tabii ki daha insancıllar.
Sibot: Robot-insan karışımı ev yardımcılarının genel adı.
İnterzon: Hikayenin geçtiği zamanın popüler "televizyon" benzeri makinesi. Hologram modunda görüntü veriyor.

Arkadaşlar falan..

Şimdi ben bu blog işine girdim ama, açıkçası tutup da kimliğimi ifşa etmeyi hiç ama hiç düşünmüyorum. Benle iletişimi şöyle ya da böyle 79796 yıl önce kesmiş bir insanın tutup da burada adımı gördüğünde, "Ayy şekeriiim nerelerdesin sen neler yapıyorsun bi ara görüşelim olur mu mucux grşrz" falan gibi şeylerle bana gelmesini hiç istemem şahsen. Tamam, teknolojinin nimetleri falan güzel şeyler bunlar da, ben bu arkadaşlık denen şeydeki samimiyetsizliğe yaklaşık olarak 16-17 yaşlarımdan beri pek katlanamıyorum. O yüzden de uzun zaman önce hem feysbuktan, hem de yaklaşık 200 kişinin "arkadaş" listemde bulunduğu MSN Messenger adresimden uzuuun zaman önce kurtuldum ve herkese de aynı şeyi yapmalarını tavsiye ederim. Meğer ne çok boş zamanım varmış!

Mutlaka herkesin çok ama gerçekten çok sevdiği bir iki arkadaşı vardır. Onları bu konudan tenzih ederek yazıma devam etmek istiyorum. Çünkü zaten sorun o "dost" diyebileceğimiz bir-iki kişi dışında, hayatımızı meşgul eden, orada burada ister istemez karşılaştığımız gereksiz kalabalıkla ilgili kanımca.

Mesela uzaktan bakarsınız, 8-10 kişilik bir arkadaş grubu... Kahkahalar (ki olmazsa olmazdır! birisi ya da birileri bu grubu güldürme misyonunu bir şekilde üzerine almıştır mutlaka..), yüksek sesle konuşmalar, herkes pek bir seviyordur sanki birbirini, tam bir dayanışma ve uyum...

Yok ya!

Böyle bir kalabalık arkadaş buluşmasından sonra eve gittiğinizde pestiliniz çıkmıştır yorgunluktan... E neden ki, taş mı taşıdınız? 10 km koştunuz mu?

Tabii ki hayır. Sadece birkaç saattir rol yapıyordunuz ve kalabalığın frekansını tutturmak için çaba harcıyordunuz. Bir başkasını, bir başka dünyayı anlamak çok mu kolay sanıyorsunuz? Hele bir de ona ayak uydurmak... Kaldı ki 8-10 kişilik bir "bambaşka dünyalar" grubundan bahsediyoruz. Elbette ki yorulursunuz!

"İçsel derinlikten yoksun insanları kalabalık ortamlarda çok sık görürsün, fakat içsel derinliğine ulaşmış bir insan maalesef sosyal yalnızlığa mahkumdur" demişti hayatımın kurtulmasına vesile olan insanlardan biri bir gün. Düşündüm bu lafı uzun zaman... Gerçekten haklıydı sanırım.

İnsan kendini yavaş yavaş, aşama aşama tanırken, bir adım sonrası kendine bile muammayken, nasıl olur da her önüne gelen "ben seni çok iyi anlıyorum" diyebilir? Burada bir samimiyetsizlik yok da nedir?

Bu sayfada kimliğimi ifşa etmeyecek olma sebeplerimden biri de, bu satırları okuması muhtemel olan gerçek arkadaşlarımın da tutup bana "Sen bizi sevmiyor musun, bizimleyken rol mü yapıyorsun?" diye sorabilme ihtimalleridir. Onları sevmiyor muyum? Hayır, tabii ki seviyorum. Bir elin parmaklarından az sayıdalar, ve gerçekten de zaten az bulunan şey değerlidir. Ama sadece az bulunan şey mi? Hayır, aynı zamanda hiç bozulmayan şey değerlidir. (bkz: altın)

Rol yapma konusuna gelince, eh, açıkçası hiç yapmıyorum dersem yalan söylemiş olurum. Zaten bana göre, insan bir tek kendi başına kaldığında ve "kendimin aynası" diyebileceği insanın yanında yüzde yüz kendisi gibi olabilir. Ve bu insanı bulmak da herkese nasip olmaz ne yazık ki (ben buldum, o ayrı mesele.. ha ama hemencecik ve kolay mı oldu.. tabii ki hayır.. o da başka bir günün konusu olsun..).

Neyse, uzun lafın kısası (daha doğrusu, PC başından kalkınca konsantrasyon bozuldu =)) isteyen "arkadaş" yolda karşılaşmadan, internette aynı siteye üye olmadan, aynı organizasyonda buluşmadan da istese gayet güzel hatır sorabilir aslında. Kim yolda 84985 sene sonra karşılaştığı arkadaşıyla telefon numarası alışverişi yaptıktan sonra, geri dönüş yapmamazlık etmemiştir ki, itiraf edin...

Ben de mi Brütüs?

Kağıdın kalemin suyu mu çıktı diyenler!
"Aman bu blog yapma işinin de suyu çıktı!" diyenler!


Vallahi yerden göğe kadar haklısınız...


Başladım ama bakalım ne kadar sürecek.