11 Haziran 2012 Pazartesi

Vücudumuz Kime Ait?



T.C. Anayasası, Madde 17: “Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Tıbbî zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbî deneylere tâbi tutulamaz. Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tâbi tutulamaz."[1]


            Yunanca kökenli olup, birebir kelime anlamı “iyi ölüm” olan ötanazi, kimilerine göre içinde “iyilik” barındıramayacak bir kavramdır. Tıbbın ve yasaların nihai görevi kişiyi ne pahasına olursa olsun yaşatmak iken, tecrübe etmeyenin anlayamayacağı derecede fizyolojik ve psikolojik acılar çeken bir insanı “ne pahasına olursa olsun” yaşatmak, işkence olarak değerlendirilemez mi? Hastanın tedaviyi reddetme gibi bir hakkı varken, ötenazi yasal olmadığı için kötünün iyisini tercih etmek olarak tedaviyi reddedişi ile gelen acılı ve zorlu bir ölümün yasal olması nasıl bir durumdur?

            Günümüzde sayılı ülkede (Hollanda, Belçika, Almanya, Lüksemburg, Meksika'nın bazı bölgelerinde, ABD'de ise Washington ve Oregon'da)[2] legal bir uygulama olarak kabul gören ötanazi, bir çeşit "anti-doktorculuk" ve kimi zaman da "tanrıcılık oynamak" şeklinde değerlendirilebiliyor. Fakat bir noktada bu iki yakıştırma birbiriyle çelişiyor. Zira, "doktorculuk oynamak" da bir nevi tanrıcılık sayılabilir. Özellikle tıbbın henüz çözüm bulamadığı hastalıklarda, ya da tedavinin yeterli ve iyileştirici olmadığı durumlarda, ve hatta kişinin hür iradesiyle intihara teşebbüs etmesi durumlarında dahi, hastayı ısrarla hayatta tutma çabaları tamamen Hipokrat yeminine bağlılıktan mıdır bilinmez, ama bir bakıma “kadere” ve intihar vakalarında da özgür iadeye baş kaldırmak olarak değerlendirilmeleri gayet mümkündür.


            Bununla birlikte, semavi dinlerin tümü ve Budizm de ötanaziye hiçbir zaman olumlu bakmamıştır. "Tanrı'nın verdiği canı ancak Tanrı alır" anlayışı ile temellendirilen karşı çıkışlar, özellikle İslam anlayışında, "kişinin çektiği sıkıntılar ve acılar onun sınavı olabilir, yani "sabretmelidir" görüşü ile de desteklenmiştir. İnsan Allah tarafından yaratılmıştır ve hayat ona Allah tarafından bahşedilmiştir. Bu sebeple insanın kendi canı üzerine karar verebilme hakkı yoktur, bu hak ancak Allah’ındır. Bu sebeple de ötanazi ve benzeri uygulamalar, katl olarak nitelendirilir. Ancak görünen o ki, insanın kendi canı üzerinde karar verme hakkı, direkt olarak başkalarına devredilmiştir: Kişinin hayatını az bile olsa uzatmaya yarayabilecek teknikler, durum müsaitken mutlaka uygulanmalıdır. Yani kişinin ölüme terkedilmesi kesinlikle doğru olamaz. Aynı şekilde, kişinin Allah'tan ölümü dilemesi de hoş karşılanmayan bir davranıştır. Hıristiyanlık ve Musevilik'te de durum farklı değildir. İnsanın canının üzerindeki yegane hak sahibi Tanrı'dır. Kişinin kendi hayatına son vermesi, On Emir'den altıncısı olan “Öldürmeyeceksin”e direkt olarak karşı gelmek ve Tanrı'ya hakaret etmek olarak nitelendirilir. Sonuç olarak dini açıdan bakıldığında, kulunun acı çekmesine göz yummayı tercih eden bir tanrı profili ortaya çıkıyor, ki 1543 yılında keşfedilen eter, 1846 yılına kadar yasaklı olup, ameliyatlarda kullanılmamıştır, ve bu yasağın en önemli argümanı da Batı dünyası için “Tanrı, acı çekmemizi istiyor” olarak tarihe geçmiş, insanlar uzun yıllar boyunca bilinçleri açık bir haldeyken, yoğun acılara sebep olan cerrahi operasyonlara maruz kalmışlardır.

           

            Bu durum, ciddi acılar çeken inançlı bir hastanın, zor bir çıkmaza girmesine sebep olur. Bir yandan tanrıya bu acıyı dindirmesi için yalvarırken, her gece bir daha aynı acı dolu güne uyanmamak dileğiyle başını yastığa koyar. Fakat dileği gerçekleşmedikçe ve inancı yüzünden kendi hayatına son veremeyeceği için, kendisine en yakın kişilerden yardım bekler. Birce Erdal isimli arkadaşım, Ekşi Sözlük'te paylaştığı bir anısında, kendisine kan kanseri teşhisi konan anneannesiyle ilgili şunları anlatıyor: “(...) Anneannemin hasta olabileceğini o ana kadar hiç düşünmemiştim. çocuktum diyorum ya, kahramanlarım da ölümsüzlerdi. Eve hırsız girse anneannem hırsızı öldürürdü, beni kaçırmak isteyecek kötü adamları anneannem döverdi, beni üzen arkadaşlarıma anneannem kızardı. Anneannem vardı ya! Başka neye ihtiyacım olacaktı?

Ama öyle olmayabileceği bir anda dank etti. Annemin gözlerindeki acıdan veya dolmuş gözlerinden belki. Veya sadece titreyen sesi... Bilmiyorum. Daha yavaş hareket ediyordu sanki anneannem, ayakta durduğundan çok uyuyordu. (...) Aradan birkaç ay geçti ve anneannem artık yataktan kalkamaz hale geldi. Durumu iyice kötüleyip, ağrıları inlemelerine karışınca odasının kapısını da kapattılar. Artık hiç göremiyordum onu. Bir gün, annemin odasına girmesini fırsat bilip odayı dinledim. Şu an bunları yazarken dahi kulağımda çınlayan o cümleleri duydum: 'Artık dayanamıyorum. Ne olur öldürün beni. Seni üzmek istemiyorum daha fazla, mahvoldun. Her akşam sabahı görmemek için dua ederek uykuya dalıyorum... Yardım et bana kızım, yardım et de öleyim ne olur. Çok canım acıyor...'


Bu sözleri o an doğru düzgün algılayamadım. ama aradan yıllar geçtikçe ve o ses kulaklarımda çınladıkça aklımı kaçıracak gibi oldum. Annem zaten kaçırdı aklını. O andan itibaren 2 yıla yakın hastanelerde yattı.
Anneannem gibi kendi ayakları üzerinde durmayı düstur edinmiş, muhtaçlıktan korkan biriyseniz... Tedaviniz yok, öleceğiniz kesin ama eşiniz dostunuz altınızı değiştiriyor...
Tedaviniz yok, öleceğiniz kesin ama kemiklerinizi testereyle kesen o ağrıları çekiyorsunuz...
Tedaviniz yok, öleceğiniz kesin ama yasak olduğu için bu eziyetten kurtulamıyor, dualara sığınıyorsunuz. Kendi canınızı alması için yalvarıyorsunuz allaha. Her an, her dakika.
[İkisi de doktor olan] annem ve dayımın o zaman yürekleri dayanamadı ama şu anda çok pişmanlar. Hep "keşke"lerle yaşıyorlar... 'Keşke anneme o kadar çektirmeseydim...'. Bir evlat için bundan daha korkunç ne olabilir ki...”[3]

            Bu gibi durumlarda sonuç olarak hastanın durumu, manevi anlamda, başkalarının insiyatifine kalmıştır. Fakat aile, çoğunlukla ümidi kaybetmeme taraftarıdır ve beklemeyi tercih eder. Ancak Nietzsche'nin o ünlü sözünde de olduğu gibi, “ümit işkenceyi uzatır”. Bir mucize ihtimali her zaman vardır kimilerine göre. Kaldı ki o kişiyi en çok seven kişiler olarak, sebep ne olursa olsun, çoğu zaman kimse onun “fişini çeken” olmayı göze alamaz. Bu sebeplerden ötürü, kararı kendileri alırken, eylemi gerçekleştirme görevini bir başkasına devrederler.


            Kimi durumlarda ise, bu görev devrinin sebebi daha farklıdır. Örneğin, Alzheimer hastalığında, kişi çoğu zaman ne için dışarı çıktığını, ve hatta kim olduğunu bile unutabiliyorken, planlı bir intihar gerçekleştirmesi zor olabiliyor. Bu sebeple, bilinci kısa süreliğine yerine geldiğinde, başka birilerinden bu konuyla ilgili yardım talep etmek durumunda kalabiliyor. Bununla birlikte, bir başka örnek olarak da, boyundan aşağının felç olması gibi durumlarda, hastanın intihar edebilme gibi bir şansı ve becerisi yoktur. Bu durumda ise hastanın durumu, fizyolojik anlamda başkalarının insiyatifindedir. Tıpkı hayatı Mar Adentro (İçimdeki Deniz) (2004) ve Condenado A Vivir (2001) isimli filmlere konu olan Ramón Sampedro'nun yaşadıkları gibi... Kendisi 30 seneye yakın bir süre boyunca, boyundan aşağısı felçli olarak, ailesinin bakımına muhtaç olarak yaşamış ve bu süre içinde iki farklı kadınla duygusal bir ilişki yaşamıştır. Ağzını kullanarak yazdığı dilekçelerle, ölümüne yardımcı olacak insanların ceza almaması için inanılmaz bir hukuk mücadelesi vermesine rağmen, başarılı olamamış, ve en sonunda 12 Ocak 1998'de yatağına potasyum siyanürle zehirlenmiş olarak ölü bulunduğunda, 7 yıl boyunca buna kimin yardım ettiği bilinememiştir. Dava zamanaşımına uğradığında, ölmeden önce onunla duygual bir ilişki içerisinde olan kadın, potasyum siyanürü ona kendisnin sağladığını itiraf etmiştir: “Bunu aşk için yaptım.” Zira ölümünden bir süre önce, Ramón kendisine şöyle demiştir: “Beni gerçekten seven kişi, ölmeme yardım edecek olan kişidir. Aşk budur, Rosa. Aşk budur.”[4]


            Bütün bunların yanı sıra, diğer yanda işin bir de tıbbi haklar kısmı var. Yapılan bir araştırmaya göre, üç ölümden ikisinin doktorlarca alınan tıbbi kararlara bağlı olduğu ortaya çıkıyor.[5] Aynı şekilde, hastanın ölüm zamanı da, doktorların kararlarına ve eylemlerine bağlıdır.[6] Ayrıca, hastanın tedaviyi reddetme hakkı olmasıyla da, doktorlar hastanın acı dolu bir ölüm yaşamasına göz yumulabiliyorlar. Amerika Birleşik Devletleri'nde “Doktor Ölüm” olarak anılan doktor Jack Kevorkian'ın ötanazi uygulamalarını ve mahkeme süreçlerini ele alan 2010 yapımı You Don't Know Jack isimli filmde, Kevorkian, ABD'nin yasal uygulamalarındaki sınırlamaların sonuçlarının, Nazi Almanya'sındaki cani doktorların uygulamalarının yarattığı acılardan daha farklı olmadığını öne sürüyor[7]: “Onlar da aynı şeyi yapıyorlar. İnsanları ölümüne aç bırakıyorlardı. Yiyeceklerini ve sularını kesip, onları ölmeye bırakıyorlardı. Ve bunların hepsi yasal. Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi, infaz için nazi metodunu kullanıyor.” Tabii benzer bir değerlendirme, sosyal güvencesi ve tedaviyi karşılayacak ekonomik durumu olmayan hastaları kapısından çeviren hastanelerin ve doktorların olduğu diğer ülkeler için de yapılabilir. Sonuçta, bu tip geri çevrimlerde, hasta kelimenin tam anlamıyla kaderine terk edilir, ancak bu durumda yasalarca kimse suçlu değildir, yalnızca hasta, sosyal güvencesi olmadığı için “görünmez”dir.


            Tekrar öldürme hakkının başkasına devredilmesi konusuna geri dönersek, bu konuda hastaların böyle bir tercih yapmasının bir diğer sebebinin de, başarısız, ve hatta durumu daha da kötüye götüren intihar girişimleri olduğunu görmek mümkün. Bununla birlikte, elbette ki söz konusu eylemin gerçekleştirilmesindeki nihai amaç “acıyı sonlandırmak” iken, hastalar çoğu zaman “en az acı verecek” ölüm şeklinin ne olduğuyla ilgili muallakta olduklarından, “bir bilen”den destek almayı daha az riskli buluyorlar. Ayrıca, kimi öldürücü zehirlere doktorların daha kolay ulaşabildiğini düşündüğümüzde, bu tip bir seçimin daha yerinde olabileceğini düşünmek de mümkün.

Bütün bunlara ek olarak, konunun bir de psikolojik boyutuna inmek gerekirse, ötanazi talep eden hastalarla, normal intihar teşebbüsünde bulunan insanlar arasında ciddi farklılıklar olduğu da iddia edilebilir. Birinde, tedavisi mümkün olmayan fiziksel acıları dindirmek için en son çare olarak ölüm tercih edilirken, diğerinde tartışmalı bir “çözümü olmayan” psikolojik durum söz konusudur. Yani birinde acıyı dindirebilmenin tek yolunun ölüm olduğu somut bir gerçekken, psikolojik durum için tek ve nihai çözüm olduğu tartışmalıdır. Burada dikkati çekmek istediğim nokta hangisinin daha akıllıca olduğuyla ilgili değil, hangisinin daha zor ve bilinç tamamen yerindeyken alındığı düşünüldüğünde de cesaret gerektiren bir karar olduğuyla ilgilidir. Ve cesaret gerektiren işler kanımca, yanında destek olsun ister. Dolayısıyla, kimi hastaların bu yöntemi tercih etmesinde “cesaret eksikliği”nin fazlaca rol oynadığını düşünüyorum. Bilincin bulanıklaştığı normal intihar vakalarından farklı olarak, kişi son anda vazgeçmek istemiyor olabilir. Normalinde bu eylemi baş başayken engellemeyeceği garanti olmayan bir yakını bile, “beyaz önlük” etkisi ile, doktorun varlığında yapılan müdahaleye engel olmayacaktır.


            Bütün bunlardan da öte, bir bilinmeyene doğru çıkılan bir yolculuğun arefesinde, yalnız olmamayı istemek çok da şaşırılacak bir durum olmasa gerek... Kim bilir, belki de içten içe kendisini iyi edemeyen doktorlardan, ya da kendisi artık yokken orada hala var olup yaşayacak, hatta bir süre sonra hayatlarına hiç böyle bir kayıp yaşamamışlar gibi devam edecek olan sevdiklerinden bir nevi intikam almak istiyorlardır onları bu ölüme dahil ederek. Öyleyse bile, artık ortada suçlanacak ve hesap sorulacak bir özne kalmamıştır.







[1]    http://www.tbmm.gov.tr/anayasa.htm adresinden ulaşıldı.
[2]    http://www.euthanasia.com/euthanasiamap.html adresinden ulaşıldı.
[3]     http://www.eksisozluk.com/show.asp?t=%2317159090 adresinden ulaşılmıştır. 
[5]    Johnson, M.H, & Richards M. (Eds.) (2007). Death Rites and Rights. Oregon: Hart Publishing. s. 4
[6]    Ibid., s. 38.
[7]    Filmde Kevorkian'ı canlandıran Al Pacino'nun repliklerinin bir kısmı, senaristin bire bir Kevorkian ile yapmış olduğu röportajlardan derlenip uyarlanmıştır. 

22 Ocak 2012 Pazar

Kıskançlık

Eveet, neredeyse tam 2 sene sonra yeniden bir yazı yazmaya karar verdim. Aslında yazmayı planladığım şey bambaşkaydı ama bir de baktım ki, 2 senedir hala aynı kıskançlıklar içerisindeyim (bkz. John Fowles ile ilgili yazım). O zaman dedim kıskançlıkla ilgili yazayım..

Şu an yaşadığım hayata bakıyorum, bir de bir şeyler üreterek/yaratarak insanları mutlu eden, hayrete düşüren insanların hayatlarında bakıyorum da, nasıl olacak bu işler bir türlü bilemiyorum. E onlar da yaşadı biz de yaşıyoruz sözde? Her ne kadar hepimiz toprak altında aynı boktanlıkla çürüyecek de olsak, insan kıskanıyor arkasında güzel bir şeyler bırakıp gidenleri.. Düşünüyorum da ben öldükten sonra beni tanıyan son insan en iyi ihtimalle bir 60 sene daha yaşasa (çocuk olacağını varsayıyorum bu kişinin ben öldüğümde), aha işte ondan sonra bittik gittik.. Bu işin "ölümsüzlük sevdası" kısmı tabii esasen ve çok ilkel ve doğal bir güdü aslında. Ama işin diğer çok önemli boyutu da şu ki, şu an yaptığım işten hiç memnun olmadığım gibi, beni neyin memnun/tatmin edeceğini de bilemiyorum ne yazık ki.. İstesem her şeyi yaparmışım gibi geliyor ama üzerimde öyle bir senelerin tembelliği var ki, hiçbir şey için harekete geçecek yeterli enerjiyi bulamıyorum (enerji derken, motivasyon demek istiyorum tabii aslında).. Bazen süper bir öfke patlamasıyla çok kesin kararlar (!) alıyorum, tamam diyorum, yarın istifamı veriyorum, sevgilimi ve kedimi de alıp bambaşka bir şehirde, hatta başka bir ülkede yeni bir hayata başlamak için gerekli hazırlıklara başlıyorum.. Ama sanki görünmez elastik bir iple, sabit bir duvara bağlanmışım gibi uyuyup uyandığımda aslında sıfır noktasına geri dönmüş oluyorum: Bütün o öfkeli ve kararlı insanın yerinde yeller esiyor oluyor..


Yani özetle, güzel bir müzik dinlediğimde, başarılı bir film izlediğimde, etkileyici bir kitap okuduğumda, bu eserlerin yaratıcılarına hayranlıkla birlikte çok derin bir kıskançlık beslemeye başlıyorum.. Daha da fenası bu durum aşırı bir mutsuzluğu da beraberinde getiriyor ne yazık ki.. Tam ergen tribi gibi ama elimde değil cidden. Zaten kaçıncı bunalım ergenlik dönemimi yaşıyorum artık belli değil =).


Bunların yanı sıra, şu aralar çokça kendimi "keşke tiyatroyu hiç bırakmasaydım" diye düşünürken buluyorum ama her şey için çok mu geç ki acaba?